1. “Honest Don” ne yapıyor?
  2. KCK (Kürdistan Topluluklar Birliği) Öcalan’ın Lideri olduğu Kürt siyasi devlet yapılanmasıdır ve Kürtlerin en üst seviyeli yapısıdır.
  3. V. MURAT TULGA: SMOKİNLİ TERÖRİST
  4. İnsanın Tüm Hayatı AI Yazılımını Indirdikten Sonra Yok Edildi
  5. Sefa Yürükel: PKK, IRA, FARC, ETA: Silah Bırakma Süreçleri
  6. Selanın sözlerinde sonuncu cümleye dikkat!!..
  7. KURTULUŞ SAVAŞI'NDA YUNAN ORDUSUNDAKİ KÜRDİSTANCILAR
  8. Cumhurbaşkanı Erdoğan: “Kendi evlatlarını Paris’e Londra’ya, Brüksel’e Washington’a gönderip en iyi eğitim kurumlarında okutup lüks ve şatafat içinde yaşattılar;
  9. "Türkiye Büyük Millet Meclisi, burada ince bir detay var. Türk Meclisi değil, Türkiye Meclisi, milletlerden oluşan bir meclis..."
  10. Kendinizi bu kadar üzmeyin, lütfen rahatlayın.
  11. Ali Bulaç: İki cihat fetvası
  12. Ahmet Tan: Biri ötekine ihanet ederse...
  13. Zorba koca açıktan tehdit etti: Karımı öldürmedim ama yakında öldüreceğim
  14. Ece Gürel’e cadılık eğitimi vermişti: İfadesi ortaya çıktı
  15. Kendinizi bu kadar üzmeyin, lütfen rahatlayın.
  16. Örnek bir senaryoda:
  17. Bu senaryoda, Sağlık Bakanlığı’nda çalışan bir sivil hekimin askeri birliğe görevlendirilmesi ve çatışma bölgesinde hayatını kaybetmesi durumu, hem **Türk hukuku** hem de **uluslararası hukuk** açısından karmaşık hukuki sorunlar doğurabilir. Bu durumun hukuki boyutlarını ve varislerin hak arama yollarını aşağıdaki başlıklar altında inceleyebiliriz:




🇹🇷

=======================

Honest Don” ne yapıyor?


ABD Başkanı Trump bütün dünyayı beyanat ve hırslı talepleriyle şok etmeye başladı. Thomas L. Friedman bu hafta NY Times‘daki yazısında, "Amerika’nın savaştan sonra Ukrayna’ya yapılacak yatırımlar karşılığı ABD’li şirketlere ayrıcalık talep etmesine karşı değilim. Ama bunu şimdiden karşılığında hiçbir güvenlik garantisi vermeden istemeye Don Corleone bile utanırdı" diye yazdı. Daha evvelsi gece bütün dünyanın gözü önünde Zelensky’i rezil etti. Geçen yıl Biden’la girdiği başkanlık yarışı sürecinde kendisine taktığı lakap “Honest Don”dı. Eskiden vahşi batıda böyle lakap almak yaygındı. İsterseniz buradan başlayalım…


Vahşi Batının Kökeni,

Amerika kıtası keşfedildiği andan itibaren İspanyol ve Portekizli sömürgeciler Güney ve Orta Amerika’yı yağmalamayı amaç edindiler. Öte yandan Kuzey Amerika’ya daha geç gidildi, gidenler de İngilizler ve Fransızlar oldu… Uzun bir savaşın neticesinde de Kuzey Amerika’nın tapusu İngiltere’de kaldı… Pekiyi İngilizler bu toprakları nasıl değerlendirdi? Başta Britanya olmak üzere Avrupa’da tutunamamış göçmenler, yine kendi ülkelerinde dışlanan ve istenmeyen radikal dinci Hristiyanlar, ipten kazıktan kaçma cani ve hırsızlar, yani Avrupa toplumunun dışladığı insan güruhunu Amerika’ya “yeni bir umut ve yeni bir dünya” diye gönderdiler. ABD’nin temelleri bu göçmenlerin geldiği, Majesteleri Kral’ın hükmünde 13 koloni olarak atıldı. Yeni bir hayat, yeni fırsatlar ve özgürlük vaat ediliyordu. Zamanla özgür -aslında Avrupa’da tutunamamış kaybeden- insanların ülkesi olarak İngiliz Hükümetinin sömürge yönetimine tepkiler birikmeye başladı. Sonuç Amerikan Özgürlük Savaşı ve ABD’nin bağımsızlığını kazanması oldu. İşte kovboy filmlerinde gördüğümüz silahşörlerin, Kızılderililerin, şeriflerin dünyası Vahşi Batı böyle kuruldu. ABD’nin medeni bir toplum olarak varlığı, kanun ve nizamın tesisi devletin temelini oluşturan doğudaki 13 kolonideydi.

Özellikle Amerikan İç Savaşı sonrası kimseye ait olmayan uçsuz bucaksız orta ve batı Amerika toprakları yerleşimcilere açıldı. Pasifik ve Atlantik Okyanuslarını bağlayacak demiryolu çalışmaları ile bu ıssız topraklarda yerleşim süreci de hızlandı. Ancak buralarda kurulan yerleşim yerlerinde devlet otoritesi bizim bildiğimiz manada yoktu. Yerleşimciler kurdukları kasabalarda belediye başkanı seçiyorlardı ki, bu çoğu zaman o kasabadaki en zengin toprak sahibi oluyordu. Kanunu temsilen bu Belediye Başkanı istediği bir silahşöre şerif yıldızını verdiğinde, artık kanun o kişiden soruluyordu. Altın çıkarılan maden kasabalarında, büyük hayvan sürülerinin yetiştirildiği çiftliklerin bulunduğu arazilerde tek bir Şerif’le adalet nasıl sağlanabilirdi? İşte Vahşi Batı’da, bu yüzden, her şey insanların kendisi tarafından sağlanıyordu. Her yatırım ve hizmet, demiryolları gibi kamu işleri de dahil olmak üzere, özel sektör tarafından gerçekleştiriliyordu. Özel sektör ise Vahşi Batı’nın her yerindeki büyük servet sahipleri demekti. Her şirketin kendi özel orduları vardı.


Adalet Namlunun Ucunda,

İşte filmlerde gördüğümüz ve filmde kaldığı müddetçe bizde heyecan uyandıran bu Vahşi Batı, gangsterlerin, haydutların, canilerin, fırsatçı ahlaksızların cirit attığı bir kanunsuzluk cennetiydi. Bu ülkede adalet namlunun ucundaydı. İngiliz atasözünde dediği gibi “Güç Hak’tı!” Güçlü olan kazanır ve yaşar, acımasız olan ayakta kalır, zayıf ve merhametli olanlar kaybederdi. Gücün tanımı her ne kadar “hızlı çekilen altı patlar” ile özdeşleşmişse de, aslında gücün kaynağı paraydı. İnsanlar paraya ulaşmak için her şeyi yapabilirlerdi, paraya ve servete sahip olduğunuzda ise bunu koruyabilmek için her şey yapardınız. Son zamanlarda libertaryenler ve anarko kapitalistlerin rüyasını gördüğü, bir cennet gibi herkese vadettikleri, devletsiz, Merkez Bankasız, mahkemesiz ve polissiz toplumun tarihteki örneği Vahşi Batıdır. ABD, kurucu babalarını bir tarafa bırakırsak, doğru düzgün bir tarihi ve kültürü olmayan, kahramanlarını Vahşi Batı’nın haydutları arasından seçmiş bir toplumdur. Bugün, elbette ki, haydut ve canilerin egemen olduğu Vahşi Batı ortadan kalkmıştır. Ancak ABD’deki her nevi muhafazakâr büyük ölçüde Vahşi Batı’nın özlemini çekmektedir. Bu kişiler arasında Donald Trump da bulunmaktadır.


Trump kendini nasıl görüyor? Etrafındaki adamların ve danışmanlarının söylediklerine göre, onlar, Trump’ı Allah’ın seçtiği ve ABD’yi yeniden “özgür adamların ülkesi” yapacak olan kutsal bir kişilik olarak görüyorlar. Trump’ın da kendinde ilahi bir davanın temsilciliğini gördüğü aşikâr. Adeta 1850’lerdeki paranın güç demek olduğu, adaletin namlunun ucunda olduğu Vahşi Batı’yı yeniden kurmak istiyor. Kendisi de kuracağı Kasabanın Şerifi olacaktır. Elbette bugünkü ABD toplumunu tekrar Vahşi Batı’ya döndürmek mümkün değildir. Ama dünyayı bir kasaba olarak düşünürsek, ABD ve dolayısıyla Trump, bu dünyada Şerif olmak istiyorlar. Pekiyi bu ne anlama geliyor?


Yeni İzolasyonist Politika Ne Anlama Geliyor?

Uluslararası ilişkiler literatüründe “hegemonik istikrar teorisi” adıyla bilinen bir teori vardır. Bu teori kapitalizmin gelişmesi ile birlikte uluslararası sistemin belli aralıklarla farklı egemen devletler tarafından yönlendirildiği ana varsayımı üzerine bu mekanizmayı açıklamayı amaçlar. Soğuk Savaş sonrasında ABD tek süper güç olarak kalınca, sadece bir hegemonik güç olmanın da ötesine geçerek bir imparatorluğa dönüşmek istedi. Bunun için askeri ve iktisadi gücüne güvendi. Bugün geldiğimiz noktada ABD’nin tek kutuplu dünya hayali ve bunun için destekleyip teşvik ettiği küreselleşme süreci ABD’nin kendi kaynaklarıyla başa çıkamayacağı yükler yarattı. Bir hegemonun dünyada hukuk, finans ve ticaret kurallarını kendine göre belirlemesinin yanında, aynı zamanda, dünyada asayişi ve güvenliği de sağlaması gerekir. ABD bunu yapamadığı gibi, bu sürecin sonunda ekonomisi de ciddi yara aldı. İşte Kasabanın Şerifi Trump ABD’nin bütün dünyanın yükünü ve sorumluluğunu yüklenmesini istememekte, özellikle Ortadoğu ve Rusya gibi coğrafyalarda barışı sağlamayı amaçlamakta, ABD’yi kendi kıtasında dünyanın en büyük gücü haline getirmek istemektedir. Bu yüzden hem barışı tesis etmek, hem de problemli bölgelerde barışı ve istikrarı koruyacak müttefik güçler oluşturmak istemektedir. Kasabanın Şerifi daha seçilmeden önce kazandığı durumda hem Rusya-Ukrayna Savaşını hem de Gazze Savaşını bitireceğini belirtmişti.

Bu Şerif, tıpkı Teksaslı bir sığır tüccarı gibi Gazze topraklarını damadına devredip orada yeni bir Las Vegas yaratmayı düşünüyor. Gariban Filistinlileri de, önce Mısır ve Ürdün’e, olmazsa başka bir ülkeye göndermeyi düşünüyor. Bütün Filistin probleminin aslında Filistinlerin kendi vatanlarında yaşamak taleplerinden kaynaklandığını hiç aklına bile getirmiyor. Tarih, kültür ve sosyoloji ne diyor, Trump ve avanelerinin umurunda bile değildir. Çünkü belindeki tabancaya ve cebindeki paraya güvenmektedir. Pekiyi Arap Devletleri buna ne tepki verir? Hiçbir tepki veremezler. Yutkunur ve başlarını öne eğerler. Çünkü hiçbiri kendi halklarının rızasına dayalı yönetimlere sahip değildir. Arap Dünyası şu anda ABD’nin desteğiyle ayakta duran despotik rejimlerle yönetilmektedir.

Ne kadar vicdanımızı sızlatsa, ne kadar insanlığın ortak değerlerine aykırı da olsa, Trump Gazze’yi boşaltıp Filistinlileri sürebilir ve kimsenin sesi de çıkmaz. ABD fiili olarak bölgede varlığını azaltırken hangi bölgesel müttefikine Orta Doğu’nun yükünü yükleyecek? Tek aday Türkiye’dir. Ama, ABD medyasından okuduğum çıkarımlarıma göre, Kasabanın Şerifi Türkiye’ye bu teklifi yaparken üç temel talepte bulunacaktır. Birincisi PYD ile barışıp Suriye ve Irak Kürtlerinin hamisi olmamızı isteyecektir. İkincisi İsrail’le ortaklık içinde hareket etmemizi önerecektir. Üçüncüsü de Türkiye’nin kontrolündeki bir yerde bir hava ve deniz üssü talep edecektir. Bunların karşılığında bize geniş finansal kaynaklar açılacaktır. Hükümetin bu tekliflere şimdiden hazırlıklı olması ve milli stratejimizi bunlara göre belirlemesi gerekir.

🇹🇷

=======================

KCK (Kürdistan Topluluklar Birliği) Öcalan’ın Lideri olduğu Kürt siyasi devlet yapılanmasıdır ve Kürtlerin en üst seviyeli yapısıdır.

Bu yapının altında 4 ayrı ülke toprakları içerisinde 4 ayrı alt kol mevcuttur. Bunlar;


Türkiye kolu PKK/HPG,

İran kolu PJAK/HRK,

Suriye kolu PYD/YPG,

Irak kolu ise PÇDK/YBŞ'dir.


(İlk isimler siyasi yapıyı, 2nci isimler ise onun milis-vurucu gücünü ifade etmektedir.)


27 Şubat‘ta Öcalan’ın yaptığı silah bırakma çağrısı sadece Türkiye kolu olan PKK/HPG’ye yapılmıştır ve ülke içerisinde kalan çok küçük bir grubu hedef almıştır.

Oysa KCK'nin şu andaki asıl gücü 80-100.000 kişilik bir orduyu ihtiva eden YPG'dir. Bunun başındaki zat Mazlum ABDİ dün yaptığı açıklamada Öcalan’ın silah bırakma çağrısının Suriye’deki güçleri kapsamadıgını açıkça ifade etmiştir.

Türkiye kolu PKK ise bazı şartlarla bu çağrıyı kabul edebileceğini belirtmiştir.


Özetle: silah bırakma çağrısı bir kandırmacadan ibaret olup, sadece Türkiye‘de kalan küçük bir grup PKK teröristine yöneliktir. Diğer 3 ülkede bulunan ve asıl güç konumuna gelmiş Suriye’deki YPG unsurlarına yönelik bir çağrı değildir. Çağrının ardında anayasa değişikliğine taban hazırlamak maksadıyla DEM ve PKK’ya verilebilecek bazı imtiyazlar olduğu değerlendirilmektedir.

🇹🇷

=======================

V. MURAT TULGA: SMOKİNLİ TERÖRİST


IRA terör örgütü, Kuzey İrlanda’daki İngiliz yönetimine karşı 30 yılı aşkın bir süre çatıştıktan sonra 1998’de imzalanan anlaşma ile çatışmaya resmen son vermişti. Ve ardından gelen görüşmeler ve silah bırakma...


O gün, herkes çok heyecanlıydı. 2012 yılıydı. Ingiltere ve Kuzey İrlanda arasında İrlanda Kurtuluş Ordusu (IRA)’nun silah bırakması sonrası ilginç gelişmeler yaşanmıştı.


İngiltere Kraliçesi 2’nci Elizabeth, Windsor Sarayı’nda, Londra’yı resmen ziyaret eden Irlanda Heyeti şerefine bir yemek veriyordu. İrlanda Cumhurbaşkanı Michael D. Higgins ve eski bir IRA teröristi, şimdinin Kuzey İrlanda Başbakan Yardımcısı Martin McGuinness, Londra’daki Windsor Kalesi’nde Kraliçe Elizabeth’in düzenlediği bu resmi yemeğe baş davetli olarak katılıyorlardı.


Konuklardan en ilgi çekeni, İngiltere’nin, Kuzey İrlanda’da yıllarca verdiği terörle mücadelesinde hasım terörist liderlerinden, IRA’nın eski komutanlarından, Martin McGuinness’di. Kendisi smokiniyle Winstor Sarayı’na gelmişti. Artık Başbakan Yardımcısıydı.


İrlanda barış sürecinde, İngiltere Kraliçesi 2’nci Elizabeth bağımsızlığını ilan ettiğinden beri ilk kez bir İrlanda Cumhurbaşkanı onuruna davet veriyordu. Konuklarıyla tek tek ilgilenen Kraliçe, Martin McGuinness ile de yakından ilgilendi. İşte heyecanlı buluşmanın nedeni buydu, bir terör örgütünün üst düzeyli yöneticisi, Kraliçe’nin sarayda konuğu oluyor, birlikte yemek yiyorlardı. McGuiness, ilerleyen yıllarda birkaç kez daha İngiltere Kraliçesi’yle bir araya geldi. Onun Kraliçe’nin, Belfast ziyareti esnasında bir sergide kendisiyle el sıkışması fotoğrafı en önemli anlardan biri olarak hafızalarımızda yer etti.


Kimdi bu McGuinnes?


Kuzey İrlanda sorununun alevlendiği 1960’ların sonunda bir kasapta çalışıyordu. 21 yaşında hızla siyasallaşarak IRA saflarına katıldı.


Ocak 1972’de, İngiliz askerlerinin Londonderry’de 14 kişiyi öldürdükleri, “Kanlı Pazar” olarak bilinen olaya gelindiğinde artık o, kentte IRA’nın ikinci adamı durumundaydı.


Patlayıcılarla dolu bir araçta yakalanması ardından mahkeme tarafından suçlu bulundu.


Güvenlik yetkilileri, 1980’lerde IRA’nın yeniden örgütlenmesi ve silahlanmasında onun büyük rolü olduğundan emindi.


Gerry Adams’la birlikte Kuzey İrlanda sorununun, barış süreciyle çözülmesinde en etkin isimlerden oldu.


Hayatının son döneminde, Kuzey İrlanda’daki özerk yönetimin birinci bakan (bölgesel yönetimde başbakanlığa eş bir görev) yardımcısı oldu…


Yani hayatının çoğunu örgütte şiddet eylemleri ile bir bölümünü ise yasal siyaset alanı içinde geçirdi...


Tekrar yemeğe dönelim…


İrlandalı liderlerin yanı sıra Başbakan David Cameron ve Daniel Day Lewis ile Judi Dench gibi ünlü sanatçıların da katıldığı görkemli yemeği, tek gölgeleyen Kuzey İrlanda Başbakan Yardımcısı McGuiness’e yöneltilen bir protesto gösterisi oldu.


Bu durumu içine sindiremeyenler de vardı.


McGuiness limuzinle Windsor Kalesi’ne ulaştığında, kapıda beklemekte olan protestocu Victor Barker, davetlilere, “Smokinli bir terörist hâlâ teröristtir. McGuinness doğruyu söylemenin vakti geldi.” yazılı bir pankart açtı. Protestosunu takım elbiseyle gerçekleştiren Barker, McGuiness’in kaleye girmesinin ardından yaptığı basın açıklamasında 12 yaşındaki oğlunu 1998 yılında İrlanda Cumhuriyetçi Ordusu’nun (IRA) Omagh’da yaptığı bombalı saldırıda kaybettiğini söyledi ve ‘Bir teröristin Kraliçe’nin yemek masasında işi yoktur. Ben buradayım çünkü insanların McGuiness’in geçmişini hatırlaması ve tarihi baştan yazmaktan vazgeçmesi gerektiğine inanıyorum.’ dedi.


Bugün hem Kraliçe 2’nci Elizabeth hem de smokinli terörist McGuinnes hayatta değiller, ama çok merak ediyorum, sormak isterdim kendilerine “Bu nasıl bir buluşmaydı, nasıl hazmettiler bu yemeği? ” diye.……


Tam bunları okurken birden dalıp gittim. Bir rüya, bir kabus… Aklımda deli sorular…


“…Yıl 2030, 2040 küsur, bilemiyorum…


Bir 29 Ekim, belki de bir 30 Ağustos resepsiyonu… Veya yeni Türkiye’de icat edilen yeni bir milli gün falan.


Yeni Anayasa yürürlüğe girmiş. Artık yeni bir Türkiye var deniyor, başka bir şey denmiyor!!!


Terör örgütü sözde silah bırakmış. Silahların ne oldugunu bilen yok. Soran da yok zaten. PYD’ye, YPG’ye transfer oldu diye söylentiler var.


Terörist Ocalan ve bazıları umut hakkından yararlanmışlar. Kimilerini Avrupa ülkeleri kabul etmiş. Genel bir af çıkmış…


Kürtçe dilde egitim serbest olmuş…


Yerel yonetimlerin yetkileri arttırılmış… Artık yerel kaynaklar onların denetiminde… Irak, Iran ve Suriye’deki benzer yönetimler ile sıkı ilişkiler içindeler.


Yarı federatif bir yönetime geçilmiş ……


Cumhurbaşkanı, Beştepe’de kutlamaları kabul ediyor. Protokol sırasına göre TBMM Başkanı, siyasi parti liderleri, komutanlar, milletvekilleri ve diğer zevat falan sırada. Herkes protokol görevini yerine getirmenin heyecanı içerisinde. Sıradakiler de birbirleriyle, gözle, başla selamlaşıyorlar. Tebessüm ediyorlar birbirlerine. Alçak sesle fısıldaşmalar.


Abdullah Öcalan, siyasi bir partinin lideri olmuş, cumhurbaşkanının elini sıkmak için sırasını bekliyor. Saçını başını, bıyıklarını düzeltiyor. Cezaevinden çıkınca şişmanlamış mı ne?


Karayılan, yıllarını dağlarda geçirmiş bir terörist, takım elbiseli olarak, o da sırasını bekliyor. Bir partiden milletvekili olmuş fakat daha takım elbiseye, kravata ve iskarpine alışamamış. Kravat boynunu sıkıyor, ayakkabı da ayağını galiba. Yılların mekap spor ayakkabılarından, terörist çulundan elbiseye, iskarpine geçiş kolay değil tabii ki…


Daha sonra resepsiyon olacak. İçilecek, yenilecek. Kamuoyuna ne mesajlar verilecek bakalım?…


Her gün olanlara kimse şaşırmıyor………”


Tam o sırada kendime geliyorum. Böyle bir şey olabilir miydi?


>Bir kâbus muydu bu?


Sonra gencecik yaşlarında şehit düşen devre arkadaşlarım aklıma geliyor...


Nasıl unutabilirdim ki…


Devre arkadaşlarım, Hakan, Alptekin, Naci, Ruşen, Mücahit, Selim, Muharrem, Tanju, Selahattin, Tayfun, Alim, Cemalettin, Mahir, M. Aydın, Tuncay, Ersin, Hayati… Terörle mücadele ederken, vazifelerini kahramanca icra ederken şehit düşmüşlerdi. Vatanımız, cumhuriyetimiz uğrunda canlarını feda etmişlerdi.


Ve gazilerimiz. Ahmet, Cemal, Mehmet Savaş, A. Mehmet, Ergün, Erhan, Hayati, Recai, Yusuf, Turan ve Ömer bu uğurda gazilik mertebesine ulaşmışlardı. Gözlerini kırpmadan, kahramanca, en ufak bir tereddüt göstermeden…


Olur muydu? Olabilir miydi?


Kabullenebilir miydik böyle bir durumu?


Gözümden yaş geldi, midem bulandı.


Olursa bizlere de yazıklar olsun dedim.


Biz bu senaryoyu daha once yaşadık. Sonuçlarını biliyoruz.


Bu uğurda şehitlerimiz rahat uyusun, gazilerimize binlerce kere minnetle… Hep birlikte dimdik ayaktayız.


Müsade etmeyiz, affetmeyiz, tarih huzurunda hesap sorarız…


https://medium.com/@vmurattulga/smoki%CC%87nli%CC%87-ter%C3%B6ri%CC%87st-f63dbe899ee1

🇹🇷

=======================

İnsanın Tüm Hayatı AI Yazılımını Indirdikten Sonra Yok Edildi

"İhlal duygusunu iletmek, imkansızdır."

Getty / Fütürleme


Geçtiğimiz Şubat ayında, Disney çalışanı Matthew Van Andel, geliştirici sitesi GitHub’dan yararlı bir AI aracı gibi görünen şeyi indirdi.


Kararın hayatını tamamen altüst edeceğini bilmiyordu - Wall Street Journal’ın bildirdiği gibi, kredi kartlarından sosyal güvenlik numarasının sızdırılmasına kadar her şeyin işini kaybetmesine neden oldu.


İki erkek çocuk babası olan 42 yaşındaki Van Andel gazeteye verdiği demeçte, "İhlal duygusunu iletmek imkansız" dedi.


Bir AI görüntü üreteci olan yazılım, reklamı yapıldığı gibi çalıştı. Ancak dosyalarına gömülü, azimli bir bilgisayar korsanının Van Andel’in şifre yöneticisini araştırmak için kullandığı bir kötü amaçlı yazılım parçasıydı. Van Andel, hacker’ın "Nullbulge" adıyla gitmesinin ardından öğrendi, ona oyuncular arasında popüler bir sohbet ve VoIP platformu olan Discord’da uğursuz bir mesaj gönderdi.


Geçtiğimiz Temmuz ayında gönderilen mesajda, bilgisayar korsanı, Van Andel’in Disney iş arkadaşlarıyla yaptığı bir konuşmaya atıfta bulundu, bu da kuruluşlar tarafından uzaktan çalışma için kullanılan profesyonel bir platform olan Slack’te.


Bu onu tipik spam mesajınız olmadığı konusunda uyardı. Takip eden e-postalarda, bilgisayar korsanı, Van Andel taleplerini yerine getirmezse, “net üzerinde biteceğini” tehdit etti.


Ertesi gün, bilgisayar korsanı Van Andel’in iş kimlik bilgilerini Disney’de büyük bir veri sızıntısı gerçekleştirmek için kullandı ve özel müşteri bilgisinden dahili gelir numaralarına kadar her şeyi çevrimiçi olarak terk etti. Van Andel’in kişisel bilgileri, finansal hesaplar da dahil olmak üzere karışımda yakalandı - aniden istenmeyen faturalarla dolu - sosyal medyası ve hatta çocuklarının Roblox girişleri.


Bir blog yazısında hacker, Van Andel’i adlandırarak saldırı hakkında övündü.


Bir WSJ ekran görüntüsüne göre Nullbulge, "1.1 terabayt veri, neredeyse 10.000 kanal, mümkün olan her mesaj dosyası, çöpe atıldı" diye yazdı. “Daha da derinleşene kadar beklemeye çalıştık, ama iç adamımız üşüdü ve bizi kovdu! Özel bir şeyimiz olduğunu sanıyordum Matthew J Van Andel!”


Hacker, “Sahip olduğunuz her kişisel bilginin tamamen düşürülmesini düşünün... gelecekte insanlar için bir uyarı olarak” diye ekledi.


Van Andel, hacker’dan tehditleri aldıktan sonra Disney’in siber güvenlik "yangın ekibiyle" hemen iletişime geçtiğini iddia ediyor. Soruşturmaları iş bilgisayarında hiçbir şey bulamadı, ancak Van Andel’in kişisel masaüstünde kapsamlı bir kontrol yapmasını önerdiler.


Bir anti-virüs taraması kötü amaçlı yazılımı ortaya çıkardı. Ama o noktada, çok geç oldu. Hacker, Disney’in verilerini sızdıracak ve Van Andel’in hayatını mahvedecek kadar toparlanmıştı.


Van Andel, bilgisayar korsanının bu kadar kapsamlı bir erişim kazanmanın tek yolunun şifre yöneticisi 1Password aracılığıyla olduğunu biliyordu. Van Andel‘in yazılımı iki faktörlü kimlik doğrulama ile güvence altına almadığı ortaya çıktı. Bilgisayar korsanı muhtemelen ev bilgisayarında AI aracıyla bir anahtarlık taşıyan bir Truva atı virüsünü yerleştirdi, bu noktada bir 1Password sözcüsü WSJ’ye verdiği demeçte, "neredeyse sınırsız erişime sahip olacaklardı".


Sızıntıdan on bir gün sonra Disney, Van Andel’i kovulduğunu söylemek için aradı ve onu yaklaşık 200.000 dolarlık ikramiyelerden ve ailesinin sağlık hizmetlerinden mahrum bıraktı. Şirket, iş bilgisayarında pornografik materyallere eriştiğine dair kanıtlar bulduğunu iddia etti - Van Andel’in sıkı bir şekilde reddettiğini iddia ediyor.


Hacklenen kişi benim,” dedi Disney temsilcisine telefonda, WSJ’ye göre.


https://futurism.com/the-byte/life-destroyed-ai?utm_term=Futurism%20//%2002.26.25&utm_campaign=Futurism_Actives_Newsletter&utm_source=Sailthru&utm_medium=email

🇹🇷

=======================

Sefa Yürükel: PKK, IRA, FARC, ETA: Silah Bırakma Süreçleri


2 Mart, 08:35


PKK, IRA, FARC, ETA ve Diğer “ Gerilla” yada Terör Örgütlerinin Silah Bırakma Süreçleri: Uluslararası Dinamikler ve Stratejik Çıkarlara Akademik Bir Bakış


PKK (Kürdistan İşçi Partisi), IRA (İrlanda Cumhuriyetçi Ordusu), FARC (Kolombiya Devrimci Silahlı Güçleri) ve ETA (Euskadi Ta Askatasuna), küresel düzeydeki destekler ve silahlı mücadelelerinin evrimiyle önemli siyasi değişimlere yol açan terör örgütleridir. Bu örgütlerin silahlı mücadeleleri, yalnızca bölgesel çatışmalarla sınırlı kalmamış, aynı zamanda uluslararası aktörlerin stratejik çıkarlarına paralel bir şekilde şekillenmiştir. Bu yazıda, PKK ve diğer benzer örgütlerin silah bırakma süreçleri, uluslararası aktörlerin bu süreçlerdeki rolü, bölgesel çatışmaların çözülmesindeki etkileri ve örgütlerin stratejik dönüşümü ele alınacaktır.


PKK ve Uluslararası Destek Dinamikleri


PKK, 1980’li yıllardan itibaren Türkiye’de silahlı bir mücadele başlatmış ve zamanla bölgedeki en önemli terörist örgütlerden biri haline gelmiştir. PKK’nın silahlı mücadelesi, uluslararası aktörlerin stratejik çıkarlarıyla paralel bir şekilde evrilmiştir. ABD ve İsrail gibi küresel güçler, özellikle PKK’nın Suriye ve Irak’taki kolu olan YPG’ye, IŞİD ile mücadele gerekçesiyle destek vermiştir. Bu destek, PKK’nın silahlanmasını pekiştirmiş ve örgütü bölgesel bir güç haline getirmiştir (Behr, 2017). Bununla birlikte, PKK’nın silahlı mücadeleye devam etmesi, yalnızca Türkiye ile değil, aynı zamanda küresel aktörlerle de ilişkili bir mücadeleye dönüşmüştür.


ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) çerçevesinde, PKK ve diğer Kürt hareketleri, Ortadoğu’da bölgesel sınırların yeniden çizilmesi hedefiyle stratejik bir müttefik olarak kullanılmıştır. Bu çerçevede, PKK’nın silahlı mücadelesi, yalnızca Türkiye’ye karşı değil, aynı zamanda Irak ve Suriye’de de “federal yapılar” kurma çabalarını içermektedir (Gall, 2012). Bu süreç, PKK’nın silah bırakma çağrılarına rağmen, örgütün bölgesel özerklik taleplerini pekiştirmiştir.


>>IRA ve Silah Bırakma Süreci: Toplumsal Uzlaşma ve Siyasi Dönüşüm


IRA, Kuzey İrlanda’da, İngiltere’ye karşı bağımsızlık mücadelesi veren ve silahlı direnişe geçen bir örgüttür. IRA’nın silahlı mücadelesi, toplumsal yapıyı ve siyaseti derinden etkilemiş, uzun yıllar süren çatışmaların ardından, 1998’deki Belfast Anlaşması ile sona erdirilmiştir (McKittrick & McVea, 2001). IRA, barış süreci için silah bırakma kararını alırken, örgütün liderliği siyasi çözümde ısrar etmiş ve toplumsal uzlaşmayı kabul etmiştir.


IRA’nın silah bırakma süreci, PKK ve diğer gerilla hareketlerinin karşılaştığı temel zorluklarla paralellik göstermektedir. IRA, silah bırakma sürecinde, kendi siyasi taleplerini geri planda tutmuş ve Kuzey İrlanda’da, İngiltere ile birlikte yönetilecek bir özerklik yapısına evrilmiştir. IRA’nın bu dönüşümü, silahlı direnişin sonunda siyasi bir kimliğe bürünmesi ile sonuçlanmış ve toplumsal uzlaşı sağlanmıştır (Sutton, 2001). IRA’nın silah bırakma süreci, aynı zamanda uluslararası aktörlerin desteği ve arabuluculuğu ile şekillenmiştir.


ETA ve Bask Bölgesinde Silah Bırakma Süreci


ETA, İspanya’nın Bask bölgesindeki bağımsızlık hareketinin en güçlü temsilcisi olarak, 1959 yılından itibaren silahlı mücadeleye başlamıştır. ETA, özellikle 1980’li ve 1990’lı yıllarda, İspanya hükümetine karşı gerçekleştirdiği terör eylemleriyle dikkat çekmiştir. ETA’nın silahlı mücadelesi, Bask bölgesinde bağımsızlık talebini savunan bir grup tarafından yürütülmüştür. Ancak ETA’nın silah bırakma süreci, IRA ve PKK’dan farklı olarak, uzun yıllar süren bir silahlı çatışmanın ardından 2011 yılında ilan edilmiştir. ETA, silah bırakma kararını, İspanya hükümetinin o dönemdeki barış müzakereleri ve uluslararası arabuluculuk süreçleriyle birlikte almıştır (O’Leary, 2005).


ETA’nın silah bırakma süreci, örgütün liderliğinden gelen tek taraflı bir karar değil, aynı zamanda bölgesel bir uzlaşının sonucuydu. ETA’nın silah bırakmasının ardından, örgüt, siyasi çözüm sürecine dahil olmuş ve Bask bölgesindeki bağımsızlık talebini daha siyasi bir zemin üzerinden gündeme getirmiştir. ETA’nın silah bırakma süreci, örgütün uluslararası aktörlerden, özellikle Avrupa Birliği ve Fransa’dan gelen baskılarla hızlanmıştır.


FARC ve Kolombiya: Silah Bırakma ve Barış Anlaşması


FARC, Kolombiya’daki iç savaşın en önemli aktörlerinden biridir. FARC, Kolombiya hükümeti ile yıllarca süren çatışmaların ardından 2016’da barış anlaşması imzalamıştır. Bu süreç, silahlı mücadele veren bir “gerilla” örgütünün, siyasete entegrasyonunu simgelemiştir. FARC’ın silah bırakma süreci, özellikle uluslararası aktörlerin desteği ve arabuluculuğu ile mümkün olmuştur (Latorre, 2016).


FARC’ın silah bırakma sürecinde, örgüt yalnızca silahlarını teslim etmekle kalmamış, aynı zamanda siyasi alanda varlık göstermek üzere siyasi partiye dönüşmüştür. Bu dönüşüm, Kolombiya’daki toplumsal yapıyı yeniden şekillendirmiştir. Kolombiya’daki süreç, PKK ve IRA’nın barış sürecinden farklı olarak, FARC’ın silah bırakma kararını alırken, örgüt, iç politikada yer edinme arzusunu sürdürmüştür.


PKK’nın Silah Bırakma ve Geleceği: Uluslararası Strateji ve Bölgesel Etkiler


PKK, 2013 yılında Abdullah Öcalan’ın liderliğinde Türkiye ile müzakere görüşmelerine başlamış ve silah bırakma çağrısı yapmıştır. Ancak bu süreç, başlangıçta “olumlu karşılanmış” olsa da, örgüt ve Türkiye arasında karşılıklı güven eksiklikleri, silah bırakma sürecinin başarıya ulaşmasını engellemiştir (Cizre, 2008). Öcalan’ın çağrısı, PKK’nın silahlı mücadeleye son verme amacını gütmek yerine, örgütün Kürt halkı için özerklik taleplerini siyasi olarak iletmek için bir taktik olarak kullanılmıştır. PKK, silah bırakma sürecinde bölgesel bir “federal Kürdistan” kurma amacını savunmuş, bu da örgütün uluslararası alandaki etkilerini daha da pekiştirmiştir.


PKK’nın silah bırakma sürecindeki en büyük fark, ABD ve İsrail’in desteğiyle silahlanan bir örgüt olarak, yalnızca silahlı mücadeleyi terk etmemek, aynı zamanda bir “federal yapı” talep etmektir. Bu hedef, PKK’nın yalnızca Türkiye’de değil, aynı zamanda Suriye ve Irak’ta da Büyük Kürdistan fikrini savunmasına yol açmıştır. ABD ve İsrail’in desteğiyle, PKK bu federal yapıyı kurmayı hedeflemiş, bölgesel bir “Federatif Kürt devletinin” kurulmasını savunmuştur (Behr, 2017). Bu hedef, sadece Türkiye’nin bölünmesini değil, aynı zamanda Suriye ve Irak’ta da siyasi sınırların yeniden çizilmesini hedeflemektedir.


Diğer “Gerilla” Örgütlerinin Silah Bırakma Süreçleri ve Küresel Etkileri


Bundan önceki bölümlerde, IRA, ETA ve FARC’ın silah bırakma süreçlerinden örnekler verilmiştir. Bunun dışında, El Salvador’daki FMLN (El Salvador Devrimci Silahlı Güçleri) ve Uruguay’daki Tupamaros gibi “gerilla “ örgütleri de benzer süreçlerden geçmişlerdir. Bu örgütler, silahlı mücadelenin ardından siyasi çözüm arayışına girmiş, uluslararası aktörlerin arabuluculuğu ile barış anlaşmaları imzalamıştır (Cunningham & Welsch, 2014; López, 2012). Bu örgütlerin, silah bırakma ve barışa geçiş süreçleri, PKK ve diğer benzer hareketler için önemli bir referans noktası olmuştur.


PKK’nın Uluslararası Terör Örgütü Olarak Konumu ve Geleceği


PKK, uluslararası destekle silahlanmış ve bölgesel stratejiler doğrultusunda hareket etmiş bir terör örgütüdür. ABD ve İsrail’in desteğiyle, PKK yalnızca silahlı mücadeleyi sürdürmekle kalmamış, aynı zamanda bölgesel bir “federal Kürdistan” kurma amacını güderek, bölgedeki siyasi haritayı yeniden şekillendirmeye çalışmıştır.


Sonuç: PKK’nın Uluslararası Terör Örgütü Olarak Konumu ve Geleceği


PKK’nın uluslararası aktörlerden aldığı destekle şekillenen stratejisi, örgütün yalnızca Türkiye içinde değil, aynı zamanda Irak, Suriye ve İran’daki Kürt bölgelerinde de siyasi ve askeri varlık göstermesine neden olmuştur. Özellikle ABD ve İsrail gibi küresel güçlerin desteği, PKK’nın Ortadoğu’da bir “Federal Kürdistan” kurma hedefini güçlendirmiştir. Ancak bu süreç, bölgedeki diğer ülkelerin egemenlik haklarını tehdit ettiği için PKK’nın silah bırakma sürecini zorlaştırmaktadır.


PKK’nın geleceği, büyük ölçüde Türkiye’nin terörle mücadele politikaları, bölgesel dengeler ve uluslararası aktörlerin tutumlarına bağlıdır. Türkiye’nin sınır ötesi operasyonları ve PKK’nın askeri gücünü zayıflatmaya yönelik girişimleri, örgütün silah bırakma sürecine zorlanmasını sağlayabilir. Ancak örgütün dış destekçilerinin sağladığı silah, eğitim ve finansal kaynaklar, PKK’nın silahlı mücadeleyi sürdürmesine olanak tanımaktadır.


Bu çerçevede, PKK’nın tamamen silah bırakması ancak şu şartlarda mümkün olabilir:

1. Uluslararası Baskı ve Desteklerin Kesilmesi: ABD ve Batılı ülkelerin PKK’nın Suriye kolu olan YPG’ye verdiği desteği kesmesi, örgütün güç kaybetmesine neden olabilir.

2. Türkiye’nin Etkin Terörle Mücadele Politikaları: Türkiye’nin PKK ile mücadelesini hem askeri hem de siyasi düzeyde sürdürmesi, örgütün hareket alanını daraltabilir.

3. Bölgesel İşbirliği: Türkiye, Irak, İran ve Suriye’nin ortak bir terörle mücadele stratejisi geliştirmesi, PKK’nın bölgesel olarak izole edilmesini sağlayabilir.

4. Siyasi Çözüm ve Entegrasyon: PKK’nın silahlı mücadele yerine siyasi çözüm yollarını tercih etmesi, ancak örgütün terör eylemlerinden tamamen vazgeçmesi ile mümkündür. FARC, IRA ve ETA örnekleri, bir “gerilla” örgütünün tamamen siyasi bir kimliğe dönüşebileceğini göstermektedir. Ancak PKK’nın bölgesel ayrılıkçı bir hareket olması, siyasi çözüm sürecinin zorlaşmasına neden olmaktadır.


Genel Değerlendirme: PKK ve Diğer Gerilla Hareketleri Arasındaki Farklar


PKK’nın silah bırakma süreci, IRA, ETA ve FARC gibi örgütlerden önemli farklılıklar göstermektedir.

IRA ve ETA gibi örgütler, uluslararası kamuoyunda büyük oranda yalnız kalmış ve barış sürecine zorlanmıştır. Buna karşılık, PKK, ABD ve Batı tarafından dolaylı yollardan desteklenmeye devam ettiği için silahlı mücadeleyi sürdürme imkanına sahiptir.

Kolombia’da FARC, Uruguay’da Tupamaros ve El Salvador’daki FMLN, silahlı mücadeleyi bırakıp siyasi partilere dönüşerek hükümetle anlaşmaya varmıştır. Ancak PKK, bağımsızlık veya federatif bir yapı talep ettiği için Türkiye ile siyasi bir uzlaşma ihtimali oldukça düşüktür.

PKK’nın uluslararası terör listesinde yer almasına rağmen, örgüt zaman zaman Batılı ülkeler tarafından meşru bir aktör olarak gösterilmeye çalışılmıştır. Bu durum, örgütün silah bırakmasını zorlaştıran bir diğer etkendir.


Sonuç olarak, PKK’nın silah bırakması, örgütün uluslararası desteğini kaybetmesi, Türkiye’nin etkin terörle mücadele politikaları ve bölgesel işbirlikleriyle mümkündür. Ancak mevcut koşullar göz önüne alındığında, PKK’nın kısa vadede tamamen silah bırakması zor görünmektedir. Örgüt, farklı bölgesel stratejiler geliştirerek, anayasayı Suriye, Türkiye ve İran’da da değiştirmek isteterek ve uluslararası aktörlerle ittifaklar kurarak varlığını sürdürmeye çalışacaktır.


Kaynakça


Kitaplar ve Akademik Çalışmalar

1. Behr, E. (2017). The Kurdish Question and Turkey: An Example of a Transnational Conflict. Routledge.

2. McKittrick, D., & McVea, D. (2001). Making Sense of the Troubles: A History of the Northern Ireland Conflict. Penguin Books.

3. O’Leary, B. (2005). The Politics of Ethnic Conflict Regulation: Case Studies of Protracted Ethnic Conflicts. Routledge.

4. Gall, C. (2012). The Secret History of the IRA. Macmillan.

5. Latorre, C. (2016). The FARC and Colombian Peace Talks: Breaking the Cycle of Violence. Colombia Journal of International Law.

6. Sutton, M. (2001). War and Peace in Northern Ireland. Oxford University Press.

7. Cunningham, R., & Welsch, M. (2014). The Politics of Violence: A Case Study of the El Salvador Civil War. Cambridge University Press.

8. López, D. (2012). Tupamaros and the Politics of Violence in Uruguay. South American Political Studies Journal.

9. Kaldor, M. (2013). New and Old Wars: Organized Violence in a Global Era. Stanford University Press.

10. Bojicic-Dzelilovic, V., & Lungu, A. (2017). Conflict Transformation and the Success of Post-War Reconstruction: Lessons from Latin America and the Balkans. Palgrave Macmillan.


Makale ve Raporlar

11. Harris, J., & Spence, A. (2016). Disarming Rebels: A Comparative Study of Peace Processes in Latin America. Journal of Conflict Resolution, 60(4), 608-630.

12. Gaviria, R. (2018). FARC: From Armed Struggle to Political Party. Colombian Peace Review, 45(2), 102-118.

13. Zivkovic, J. (2019). The Politics of Disarmament: The Role of Rebel Groups in Post-Conflict Politics. International Relations Journal, 34(3), 156-174.

14. Peceny, M. (1999). The Role of International Actors in Peace Processes: El Salvador and Guatemala. Journal of Latin American Studies, 31(1), 101-123.

15. Green, D. (2017). Lessons from Peace: Comparative Analysis of Armed Groups’ Transition to Politics. International Peacekeeping, 24(2), 242-268.


Raporlar ve Politik Belgeler

16. United Nations (2013). Disarmament, Demobilization, and Reintegration (DDR): A Comparative Study of Post-Conflict Societies. UNDP.

17. International Crisis Group (2016). The FARC Peace Deal: A Critical Moment for Colombia’s Future. ICG Report No. 283.

18. Galtung, J. (1996). Peace by Peaceful Means: Peace and Conflict, Development and Civilization. Sage Publications.

19. Bureau of International Narcotics and Law Enforcement Affairs (2004). Rebel Groups and Peace Processes: A Global Perspective. U.S. Department of State.


Tez ve Dissertasyonlar

20. Martínez, F. (2014). The Evolution of Guerrilla Movements in Latin America: From Armed Resistance to Political Participation. University of Buenos Aires.

21. García, M. (2012). The Role of Rebel Leadership in Peace Processes: Lessons from the Tupamaros and FARC. University of Cambridge.


Sefa Yürükel


Etnograf, Sosyal Antropolog, Soykırım ve Terörizm Araştırmacısı. İskandinavya Türkî Dil ve Komşu Ülkeleri Araştırma Enstitüsü Direktörü, Oslo, Norveç Türklere Soykırımları Araştırma Vakfı Başkanı, Lahey, Hollanda Felsefe, Hukuk, Kanun ve Uygulama Kitapları kategorilerinde eserleri vardır: Batı Tarihinde İnsanlık Suçları, Soykırımlar Tarihi…


https://www.turkishnews.com/2025/02/28/pkk-ira-farc-eta-ve-diger-gerilla-yada-teror-orgutlerinin-silah-birakma-surecleri-uluslararasi-dinamikler-ve-stratejik-cikarlara-akademik-bir-bakis-sefa-yurukel/?utm_source=phpList&utm_medium=email&utm_campaign=Turkish+Forum+-+Son+Yaz%C4%B1lar&utm_content=HTML

🇹🇷

=======================

Selanın sözlerinde sonuncu cümleye dikkat!!..


Es Salatu Ve’s-Selamu Aleyke Ya Rasulallah!

Ey Allah’ın Resulü! Salat ve selam senin üzerine olsun


Es Salatu Ve’s-Selamu Aleyke Ya Habiballah!

Ey Allah’ın habibi / sevgili kulu. Salat ve selam senin üzerine olsun.


Es Salatu Ve’s-Selamu Aleyke Ya Nûre Arşillah!

Ey arşın (göğün en yüksek katı) nuru! Salat ve selam senin üzerine olsun.


Es Salatu Ve’s-Selamu Aleyke Ya Hayra Halgillah!

Ey Allah’ın yarattıklarının en hayırlısı. Salat ve selam senin üzerine olsun.


Es Salatu Ve’s-Selamu Aleyke Ya Seyyidel Evveline Vel Ahirin!

Ey bizden öncekilerin ve sonrakilerin efendisi. Salat ve selam senin üzerine olsun.


VEL HAMDÜ LİLLAHİ RABBİL ALEMİN!

HAMD / ÖVGÜ YALNIZCA ALLAH'A MAHSUSTUR.

🇹🇷

=======================

KURTULUŞ SAVAŞI'NDA YUNAN ORDUSUNDAKİ KÜRDİSTANCILAR


Kurtuluş Savaşı sırasında Mustafa Kemal’in idam edilmesi emrini Kürt Mustafa Paşa, vermiş, Nasturi İsyanı’nı bastırmakla görevli birlikten Fırka komutanı Kürt İhsan Nuri, Vanlı Kürt Rasim, Kürt Tevfik Cemal ve Teğmen Kürt Ali Rıza, isyan sırasında 270 askerle birlikte Kürt isyancılarının tarafına geçmiş; Damat Ferit, Kürdistan Teali Cemiyeti ile görüşerek onlara özerklik karşılığında Mustafa Kemal’e karşı savaşmayı teklif ederek Yüksek Komiser De Robeck ile görüşüp 15 bin kişilik bir Kürt ordusu kurulmasını ve Kürtleri Mustafa Kemal’e saldırtmayı planlamış ve Ali Galip Olayı böylece yaşanmıştır. Sivas Kongresi’ne giden Mustafa Kemal’e Kürdistancılar suikast düzenlemiştir.


Kürdistancılar aynı zamanda Yunanlılarla da temas halindedir. Amasya’da Yunan temsilcisi ile görüşen Kürdistancılar, Yunanlılara Türk ordusunda ele geçirilen Kürt esirlere iyi davranılmasını ve bu esirlerin Türk ordusuna karşı kullanılmasını önerir. Teklif kabul edilir ve esir Kürtler Yunan ordusunun hizmetine girerler.


Kürt-Yunan işbirliğinin en büyük sonucu ise Koçgiri İsyanı’dır. Yunan ordusu büyük ilerleyişe geçmeden hemen önce Kürdistancılar isyan eder. Yunan ordusu Bursa’ya doğru ilerlerken Kürdistancılar Sivas’a doğru yürümeye başlar.


Amerikan Askeri Ateşesi durumu şöyle rapor eder:


... Yunanlılar önemli bir zafer kazanırlarsa Kürt isyanı Türkiye’nin arkasını ciddi bir şekilde tehdit edebilir. Ancak Batıdaki savaş Türklerin lehine gelişirse Türkler, ellerindeki yarım düzine yetenekli liderden biriyle Kürt sorununa son verebilir. İngilizler kuşkusuz bu durumu bilmektedirler. Gene de Kürt sorunu ile meşgul olduğu sürece Mustafa Kemal’in Musul’a el koyamayacağını düşünmektedirler. Dolayısıyla Kürt akımına yardımcı olmaktadırlar.”


Koçgiri İsyanı’nın başlangıç tarihi sadece Yunan ilerleyişine değil aynı zamanda Londra ve San Remo Konferansları’na da denk gelir. Ankara Hükümeti böylece sıkıştırılmaktadır.


Koçgiri İsyanı’nın liderlerinden Baytar Nuri isyan programını şu şekilde açıklar:


İlk önce Dersim’de Kürt istiklali ilan edilecek. Hozat’a Kürdistan bayrağı çekilecek. Kürt milli kuvveti Erzincan, Elazığ ve Malatya istikametlerinden Sivas’a doğru hareket ederek Ankara Hükümeti’nden Kürdistan istiklalinin tanınmasını isteyecekti. Türkler bu isteği kabul edeceklerdi. Çünkü isteğimiz silah kuvvetiyle desteklenmiş olacaktı.”


Ayaklanma büyür ve isyancılar Ankara Hükümeti’ne bir muhtıra yollarlar. Telgraf yoluyla iletilen muhtıra şu maddelerden oluşmaktadır:


1-İstanbul Hükümeti’nce kabul edilen Kürdistan özerkliğinin Ankara Hükümeti’nce de tanınıp tanınmayacağının açıklanması


2-Kürdistan özerk yönetimi konusunda Mustafa Kemal hükümetinin ivedi yanıt vermesi


3-Elazığ, Malatya, Sivas ve Erzincan cezaevlerindeki Kürtlerin hemen salıverilmesi


4-Kürt çoğunluğu bulunan illerden Türk memurlarının çekilmesi


5-Koçgiri yöresine gönderilen birliklerin geri alınması.”


Kürdistancılar bununla da kalmaz. 25-Kasım-1920 tarihinde Batı Dersim Aşiretleri reisleri adına TBMM’ye şu şekilde başvurur:


Sevr Antlaşması gereğince Diyarbakır, Elazığ, Van ve Bitlis illerinde bağımsız bir Kürdistan kurulması gerekiyor. Bu nedenle bu oluşturulmalıdır. Yoksa, bu hakkı silah zoruyla almaya mecbur kalacağımızı beyan ederiz.”


Yunanlar Bursa’ya Kürdistancılar Sivas’a saldırıyor


Ankara Hükümeti, Yunanların Bursa’yı ele geçirmesine rağmen Kürdistancılara karşı geri adım atmaz. Merkez Ordusu Komutanı Nurettin Paşa isyanı bastırmak için bir plan hazırlar. Topal Osman komutasındaki Giresun alayı da Nurettin Paşa’nın emrine verilir. Türk Ordusu 11-Nisan-1921 günü Kürdistancıların üzerine yürüyüş başlatır. 45 bin kişilik Kürt milisleri ile çarpışmalar 3 ay sürer. 17-Haziran-1921 günü isyancılar teslim alınır.


Koçgiri isyanının bastırılmasından sonra BMM’deki Kürt milletvekilleri Ordu Komutanı Nurettin Paşa’nın halka zulmettiği, gereksiz yere kan döktüğü gerekçesiyle olağanüstü ve gizli bir oturum talep ederler. Bunlar isyanı bastıran Nurettin Paşa’nın kellesini istemektedir.


Mustafa Kemal daha sonra Nutuk’ta olayı şöyle anlatır:


Nurettin Paşa merkez bölgesinde bir yıla yakın bu görevi yaptı ama yetkisi dışında kimi yurttaşların haklarına el uzatıyor diye milletvetkillerinin yakınmaları ve İçişleri Bakanlığı’na soru yöneltmeleri, Bakanlığın da yakınmaları yerinde görmesi üzerine Meclis’in isteğiyle Kasım 1921 başlarında görevden çıkarıldı. Meclis, Nurettin Paşa’nın yargılanmasına da karar verdi. Bu iş, benimle Bakanlar Kurulu arasında bir sorun çıkmasına da yol açtı. Ben, Nurettin Paşa’ya uygulanmak istenen işlemi kabul etmedim. Fevzi Paşa Hazretleri de benim görüşüme katıldı. İkimizle, Bakanlar Kurulu arasında çıkan anlaşmazlık Meclisçe bir çözüme bağlandı. Meclis’te Nurettin Paşa’yı savundum, kendisini ağır bir işleme uğramaktan kurtardım.”


Görüldüğü gibi Mustafa Kemal Paşa, sadece Kürdistancı isyanı bastırmakla kalmamış; isyanı bastıran komutanı da sonuna kadar savunmuştur. Mustafa Kemal’in, Meclis’te tek kalması ise son derece öğreticidir. Gerçekten de Birinci Meclis’te, Mustafa Kemal Paşa, şeriatçılara ve Kürdistancılara karşı tek başına kalmaktadır. Ama tek kalmak pahasına kendi komutanını savunmuştur!


Türk Genel Kurmay Başkanlığı da bu isyanı şu şekilde değerlendirmektedir:


Siyasi bakımdan büyük bir önem taşıyan bu harekat dolayısıyla, Kürt bağımsızlık davasının ilk basamağının Koçgiri olayları ile kurulmak istendiği, bu dış etkilerin en açık ve kesin delilidir.”


Bu değerlendirmeden de anlaşılacağı gibi, olay münferit bir isyan değil bir davanın ilk adımıdır! Ardından gelecek olan Kürdistan isyanları da bunu kanıtlayacaktır. Nitekim isyanın liderleri de olayı böyle değerlendirmektedir: “Koçgiri, Kürt İstiklal Savaşı’nın bir merhalesidir, onunla bir meydan muharebesi kaybettik, fakat harp bitmedi. Biz son zaferi kazanacağız.”


Görüldüğü üzere, daha Sivas Kongresi’nin toplanma hazırlıklarından başlanarak Kürdistancılar, Kurtuluş Savaşı için çalışmamış, tam tersine hep Kurtuluş Savaşı’na karşı savaşmışlardır. Koçgiri ayaklanması bunun en büyük kanıtlarından sadece biridir.


Dedelerinin ihanetlerinden torunları olan Kürtler sorumlu tutulmadı. Kanunen eşit yurttaşlık verildi. Fakat PKK torun Kürdistancıların omuzlarında yükseliyor.

🇹🇷

=======================

Cumhurbaşkanı Erdoğan: “Kendi evlatlarını Paris’e Londra’ya, Brüksel’e Washington’a gönderip en iyi eğitim kurumlarında okutup lüks ve şatafat içinde yaşattılar;

Anadolu ve Trakya’nın pırlanta gibi çocuklarını ise fakirliğe, cahilliğe hatta ölüme ittiler.”

dedi kendi çocukları olan

-- Sümeyye ve Esra Erdoğan’ı

-- Indiana Üniversitesi-ABD

-- Bilal Erdoğan’ı Harvard Üniversitesi-ABD

-- Burak Erdoğan’ı Londra’da okuttu..


https://x.com/i/status/1898317675274584182

🇹🇷

=======================

"Türkiye Büyük Millet Meclisi, burada ince bir detay var. Türk Meclisi değil, Türkiye Meclisi, milletlerden oluşan bir meclis..."

https://x.com/i/status/1898458840087109731

🇹🇷

=======================

Kendinizi bu kadar üzmeyin, lütfen rahatlayın.

İroni yapmıyorum.

Dalga geçmiyorum.

Gerçekten.


Her ne kadar siz tersini düşünseniz de, biz sizi severiz.

Kötülüğünüzü istemeyiz.


Silahlanıyoruz.

Ama sizin karşı değil değil.

Bizim endişemiz korkumuz, süper güçler.

ABD, Rusya…

Sizi ürkütecek bir durum yok.


Evet sorunlarımız var.

Belki de, Türkiye’nin en sorunlu sınırları aramızda.

Misal 1639 Kasr-ı Şirin anlaşması ile İran sınırı kalıcı olarak belirlenmiştir.

Kimse değiştirmeyi düşünmez.

İran’da 40 milyon Azeri Türkü olsa dahi.


Ermenistan sınırlarını beğenmiyor.

Sıkıntılı, hem de çok sıkıntılı bir komşu.


Ama Bulgarların bir talebi yok.

Bizim de yok.

Bulgarlar kendi ülkelerindeki Türkler ile iyi geçinirse biz yalnızca mutlu oluruz.


Yunanistan ile deniz sınırlarımız sıkıntılı.

Bunları çözmek çok kolay.

Toprak talep etmiyoruz.

Ada falan alalım istemiyoruz.

Rumları yönetelim, onları esir edelim diye bir idealimiz yok.

İyi komşuluk ilişkileri içinde yaşayalım istiyoruz.

Herkes kendi yerinde, kendi ülkesinde rahat etsin.


Yunan adalarının karasularının 12 mile çıkarılması bizim için kabul edilebilir bir şey değildir.

Türkiyenin deniz gücünün Karadeniz ve Akdeniz’de hapsedilmesi olacak şey değildir.


Yunanistan’ın kendi adalarının her biri için geniş özel ekonomik bölgeler istemesi de aynı şekilde kabul edilebilir bir düşünce değildir.


İşte bu nedenlerle Türkiye Uluslararası Deniz Hukuku anlaşmasına(!) imza koymamıştır.

Dikkat.

Ne diyorum?

Uluslararası deniz hukuku ANLAŞMASI.

An-laş-ma!!…

Çok taraflı bir anlaşmadır bu.

Biz imza koymadık.

İtirazlarımız var.

Kanun değildir.

Bizim için geçerli olması imkansızdır.


Peki bu halde bu sorunlar nasıl çözülür?

Uzlaşarak.

Bizim kabul edebileceğimiz şekil bellidir.

Orta hattın doğusunda kalan Yunan adalarının 6 mil sınırları dışında kalan alanlari ile orta hattın doğu tarafının Türk özel ekonomik bölgesi olarak tanınması uzlaşı noktasıdır.

Karasularının 6 milde kalması bizim için yeterlidir.


Türkiye’nin silahlanması Yunanistan için değildir.

Ve Yunanistan’a da fazla gelir.

Yunanistan’ın Türkiye’yi örnek göstererek silah yarışına girmesi Yunanistanın milli gücünün, ve ekonomik varlığının ötesindedir.

Yunanistanın on yıllardır gösterdiği her çaba ekonomik iflas ile sonuçlanmıştır.


Adalarınızda hükümran olmak talebimizi yoktur.

Turist olarak gelmek, uzo, balık, deniz mahsulleri yemek, değişik bir ambiyans yaşamak bize yeter.


Uzlaştıktan sonra silahlanmayı bırakırsınız.

Gücünüzü refahınızı artırmaya verirsiniz.

Ekonomilerimizi eklemlendiririz.

Ortak yatırımlarımız, ekonomik girişimlerimiz olur.

Örneğin, Egenin her iki ülkeye ait ekonomik bölgelerinde doğal kaynakları elde etmek için ortak şirketler kurulabilir.


Korkmayın, Türk halkının çoğu için Osmanlı tarihe ait bir konudur.

Her ne kadar çok az bir kesimde hala bu ümitler var olsa da, ortalama Türk vatandaşının böyle hayalleri yoktur.


Son yıllarda bazılarının dile getirdiği NeoOsmanlı ideali tam bir saçmalıktır.

Bu fikirle bağlantılı siyasi ve askeri operasyonlar Irak ve Suriye’de batağa saplanmıştır.

Korkarım Türk devletini ve milletini de hayli üzecek sonuçları olacaktır.


Ukrayna, Rusya, Çin, AB, ABD ekseninde yaşanan olağan üstü gelişmeler.

Trumpizm ve onun sonuçları bütün dünya için son derece tehlikelidir.

Bütün bu hengameden yeni bir dünya savaşına taraf olmadan, nükleer bulutlar altında kalmadan atlatabilmek her millet ve devlet için en büyük ideal olmalıdır.


Dünya da her an, her şey olabilir.

Distopik, postmodern, kaotik bir yeni dünya düzenine doğru adım adım ilerliyoruz.

Ne Yunan halkına, ne Türk halkına, komşu halklara bir zarar gelmesini asla istemem.


--- --- ---

Don’t be so upset, please relax.

I'm not being ironic.

I'm not joking.

Really.


Even though you think otherwise, we love you.

We don’t wish you any harm.


We are arming.

But not against for you.

Our concern, our fear, the superpowers.

USA, Russia…

There is nothing that should scare you.


Yes, we have problems.

Perhaps, Türkiye’s most problematic borders are between us.

For example, the Iranian border was determined permanently with the Kasr-ı Şirin Agreement of 1639.

No one would consider changing it.

Even if there are 40 million Azeri Turks in Iran.


Armenia does not like its borders.

It is a troubled, very troubled neighbor.


But the Bulgarians have no demands.

Neither do we.

If the Bulgarians get along well with the Turks in their own country, we will only be happy.


Our maritime borders with Greece are problematic.


It is very easy to solve these.

We do not demand land.

We do not want to take islands or anything like that.

We do not have an ideal to govern the Greeks or enslave them.

We want to live in good neighborly relations.

Everyone should be comfortable in their own place, in their own country.


It is not acceptable for us to increase the territorial waters of the Greek islands to 12 miles.

It is not possible to confine Türkiye’s naval power in the Black Sea and the Mediterranean.


It is also not acceptable for Greece to want large special economic zones for each of its islands.


For these reasons, Turkey has not signed the International Maritime Law Agreement(!).

Attention.

What am I saying?

INTERNATIONAL MARITIME LAW AGREEMENT.

AG-REE-MENT!!…

This is a multilateral agreement.

We did not sign it.

We have objections.

IT IS NOT A LAW.

It is impossible for it to be valid for us.


So how can these problems be solved in this case?

By compromise.

The way we can accept it is clear.


The consensus point is that the eastern side of the median line and the areas outside the 6-mile borders for the Greek islands to the east of the median line, will be recognized as Turkish special economic zones.


It is enough for us for the territorial waters to remain at 6 miles.


Türkiye’s armament is not for Greece.

And it is too much for Greece.

Greece’s entering the arms race by showing Türkiye as an example is beyond Greece’s national power and economic existence.

Every effort Greece has made for decades has resulted in economic bankruptcy.


We do not demand to be sovereign on your islands.

It is enough for us to come as tourists, drink ouzo, eat seafood, and experience a different atmosphere.


After we reach an agreement, you can stop armament.

You can give your all power to increasing your welfare.

We can integrate our economies.

We can have joint investments and economic initiatives.

For example, joint companies can be established to obtain natural resources in the economic zones of the Aegean belonging to both countries.


Do not be afraid, for most of the Turkish people, the Ottomans are a matter of history.

Although a very small segment still has these hopes, the average Turkish citizen does not have such dreams.


The Neo-Ottoman ideal that some have voiced in recent years is complete nonsense.


Political and military operations related to this idea have been bogged down in Iraq and Syria.


I am afraid that it will have very upsetting consequences for the Turkish state and nation.


Extraordinary developments in Ukraine, Russia, China, the EU, and the US.

Trumpism and its consequences are extremely dangerous for the entire world.

Being able to get through all this turmoil without being a party to a new world war and without being under a nuclear cloud should be the greatest ideal for every nation and state.


Anything can happen in the world at any time.

We are advancing step by step towards a dystopian, postmodern, chaotic new world order.

I would never want any harm to come to the Greek people, the Turkish people, or the neighboring peoples.

🇹🇷

=======================

Ali Bulaç: İki cihat fetvası


2002 yılı Eylül veya Ekim ayının başlarında Cüneyt Zapsu beni arayıp bir akşam yemeğine evine davet etti. Belirlenen akşam Zapsu’nun evine gittim, benden başka hatırlayabildiğim kadarıyla Cengiz Çandar, Fatih Saraç, Hasan Kamil Yılmaz da vardı. Bir iki kişi daha olabilirdi, isimlerini hatırlayamıyorum. Amerikalıların tarafında ABD Ankara Büyükelçisi veya İstanbul Başkonosolosu, Ortadoğu’da ve Latin Amerika’da görev yapmış iki diplomat, bir iki kişi daha ve Büyükelçiliğin resmi tercümanı vardı.


8 Mart 2025 - 12:03


Gazze’de süren acımasız katliamlar üzerine Umman uleması bir fetva yayınlayarak İslam alemine bir çağrıda bulunmuştu (1). Metin fetva olması hasebiyle fıkhi bir dille kaleme alınmıştı. Sabır taşının çatladığını gösteren bir infiali yansıtıyordu.


Uzun bir aradan sonra Müslüman dünyanın yaşadığı trajik olaylarla ilgili İslam alimleri yöneticilerini harekete geçirmeyi amaçlayan bir fetva yayınlamaktadırlar. Bu sırada Gazze ve Filistin’le ilgili sıkça toplantılar yapılıyordu, geçen ay Dünya Müslüman Alimler Birliği Kudüs ve Filistin Komitesi’nce İstanbul’da (21-23-Şubat-2025) bir toplantı yapılacak ve alimler aracılığıyla İslam alemine bir çağrıda bulunacaktı. Benim de davetli olduğum konferans kötü hava şartları dolayısıyla ileri bir tarihe ertelendi.


Benzerleri yanında Umman fetvası bence özel bir öneme sahipti, biraz sonra buna değinmeye çalışacağım. Bundan önce aklıma gelen yaklaşık çeyrek asır öncesine ait önemli bir fetvadan söz etmek istiyorum.


2002 yılı Eylül veya Ekim ayının başlarında Cüneyt Zapsu beni arayıp, Amerikalıların İslam ve İslam alemi hakkında yanlış kaynaklardan bilgi alıp yanlış kanaatlere sahip olduklarını, doğru kaynaklardan bilgi alacak olurlarsa doğru bilgi ve kanaatlere sahip olacaklarını, benimle de görüşürlerse faydalı olacağını söyleyip beni akşam yemeğine evine davet etti.


Belirlenen akşam Zapsu’nun evine gittim, benden başka hatırlayabildiğim kadarıyla Cengiz Çandar, Fatih Saraç, Hasan Kamil Yılmaz da vardı. Bir iki kişi daha olabilirdi, isimlerini hatırlayamıyorum. Amerikalıların tarafında ABD Ankara Büyükelçisi veya İstanbul Başkonsolosu, Ortadoğu’da ve Latin Amerika’da görev yapmış iki diplomat, bir iki kişi daha ve Büyükelçiliğin resmi tercümanı vardı. Diplomatlar beklendiği üzere alanlarında “çok iyi”ydi, Türkiye ve bölge ülkelerinde olup biteni “fazlasıyla iyi” biliyorlardı.


O günlerde gündemde Amerikalıların Afganistan’a yapmayı planladıkları askeri müdahale, Türkiye’de AK Parti ve süren başörtüsü yasağı vardı. Diğer davetlilerle birlikte diplomatları dinledik. Bizler de önem verdiğimiz konularda görüşlerimizi dile getirmeye çalıştık.


Ben, 12 Eylül askeri darbesinden bu yana sürmekte olan başörtüsü yasağı konusunda Amerika’nın neden suskun kaldığını sordum, başörtüsü dini bir vecibedir, yanısıra kamusal ifade özgürlüğünün vazgeçilemez göstergelerinden biridir. Ayrıca İsrail, kendini hiçbir hukuki kurala uyma mecburiyetinde hissetmeden Filistin’de zulüm üstüne zulüm işliyor, İsrail bu zulümleri Amerika’nın desteğinden alıyor. Bu konuda neler düşündüklerini merak ettiğimizi söyledim.


Diplomatlardan biri şöyle cevap verdi:


-Türkiye’de nüfusun yüzde 20’si kesin olarak Şeriat’a ve dini bir sembol olan başörtüsünün kamuda takılmasına karşıdır, Amerika karar verirken bu kesimi göz önünde bulundurur.” Diplomat, İsrail konusunda fikir beyan etmedi.


Bundan, süren başörtüsü yasağının Amerika’nın umurunda olmadığı, AK Parti’nin bu yasağı kaldırmaya çalışırken işinin hiç de kolay olmayacağı sonucunu çıkardım. İsrail ise Amerikalıların kırmızı çizgisiydi, bunu konuşma lüzumunu bile hissetmiyorlardı.


Sohbet sürerken zaten Amerikalıların ilgilerinin başka konu olduğu anlaşılıyordu, onların ilgi alanlarının merkezinde Afganistan’a yapacakları askeri müdahale vardı. O sırada Taliban müdahaleye karşı koymak üzere müslüman dünyaya çağrıda bulunan bir “cihat fetvası” yayınlamıştı. Amerikalıların da bizimle görüşmek istemelerinin sebebi buydu.


Amerika, İkiz Kulelere El Kaide’nin saldırı yaptığını öne sürüyor (11-Eylül-2001), Usame bin Ladin’i saklıyor diye Afgan yönetimini suçluyor, Bin Ladin’i teslim etmeyecek olursa, askeri müdahalede bulunmakla tehdit ediyordu. Taliban yönetimi ise şunları söylüyordu: İkiz Kuleler saldırısını El Kaide’nin yapıp yapmadığı uluslararası bir mahkeme tarafından soruşturulup karara bağlanmalı, adil bir soruşturma ve yargılama sonunda Bin Ladin suçlu bulunursa Taliban onu Amerikalılara teslim edecekti.


Bana göre Taliban’ın önerisi doğruydu, hukuki prosedüre uygundu, kararı kendilerine bırakmıyor, uluslararası mahkemeye bırakıyordu. Amerikalıların mahkeme, yargılama dinleme gibi niyetleri yoktu, kararlarını vermişlerdi, Afganistan’ı işgal edeceklerdi.


Uluslararası aktörlerden ümidini kesen Taliban, bunun üzerine ülkelerinin işgaline karşı Müslümanların yardımını, işgali önlemeye matuf aktif çabalarını talep eden bir fetva yayınladı, bu ismiyle müsemma bir “cihat fetvası” idi.


Amerikalıların bizden istediği ise hiçbir şekilde bu fetvaya sahip çıkmamamızdı. Bugünlerde Trump’ın söylemlerinde daha somut gördüğümüz üzere Amerikalılar, çok ince diplomatik dil kullanmayı sevmez, neyi kastettiklerini kolayca belli ederler. Diğer arkadaşları bilmem ama benim o akşam yemeğinden anladığım şuydu: Amerikalılar bizi tehdit ediyorlardı, fetvadan olumlu bahsetmeyeceğiz, desteklemeyeceğiz, Taliban’ın çağrısına katılmayacağız.


Aksi halde!


Eh, artık onu da biz düşünecektik.


Umman ulemasının yayınladığı fetva ile Taliban’ın 23 sene önce yayınladığı fetva arasında ortak noktalar vardır:


1. İki fetva da ulema formasyonu olan kişiler tarafından kaleme alınmıştı,


2. ikisi de İslam aleminin tümüne cihad çağırısında bulunuyordu;


3. iki fetvadan biri (Afgan fetvası) hedefi harici güç olarak Amerika’nın askeri işgaline, diğeri (Umman fetvası) yine Amerika’nın destek verdiği İsrail’e karşı Müslümanları direnişe çağırıyordu;


4. iki fetva da İslam aleminde herhangi bir yankı uyandırmadı. Bırakın yankı uyandırmayı, Filistin, Gazze ve İslam dünyası konularında duyarlı olan internet sitelerinde, medyasında bile kendinde yer bulamadı.


Bana kalırsa Umman fetvası önemliydi. Şöyle ki:


Umman nüfusunun yüzde 80’i İbadi/Haricidir. Haricilerin ön ayak olduğu fetva Sünni, Şii, Zeydi mezhep mensuplarıyla ortak bir söylem geliştirme potansiyeline sahiptir. Filistin konusunda Sünni Filsitinliler ve İhvan’ın Filistin kanadı Hamas, Şii İran ve Lübnan Hizbullah’ı ile Yemen’in Zeydi Ensurüllah’ı eğer İslam’ın varlığı tehdit altında ise mezhebin önemli olmadığını, mezhepçilik yapanların gayrımeşru iktidarlara ve küresel firavunlara hizmet ettiklerini ortaya koymuş oldular.


Harici/İbadi alimleri ile Sünni, Şii, ve Zeydilerle ortak bir konuda bir araya gelmesinden daha mes’ut gelişme olamaz. Bu tarihimizin en hayırlı sürecine işaret eder. Suriye’nin –şimdilik- mezhepçi ve milliyetçi otokratların ve monarkların safına geçmiş olması, bu hayırlı süreci kesintiye uğratmaz, aksine bundan sonra her türden mezhepçi ve milliyetçi söylemin Müslüman dünyayı nasıl istibdat yönetimlerine mecbur ettiğini ve mezhepçiliğin küresel müstekbirlere hizmet etmek üzere kullanıldığını gösteriyor. Mezhepçilik ve milliyetçilik insanda ne selim akıl bırakır ne temiz vicdan; mezhepçilik İsrail’in soykırım ve tehcirini bir Sünniye, bir Şiiye tercih etmeye kadar teşevvüşe ve cürme sevkeder.


İlki gibi bu fetvada mevcut durumda yankı uyandıramazdı, fetva dikkate alınma başarısını gösterebilseydi, İsrail’e ses çıkarmayan ülke liderleri bir meşruiyet krizine düşecekti. Başka açıdan esasında “dindar/İsamcı” aydınlar da artık bu işlerin “fetvalar”la yürütülebileceğine ilişkin kabulleri çoktan terketmişlerdir, onlar artık birer “aydın, akademisyen ve yazar”dırlar, fıkhın dilini kullanmazlar, geleneksel mübariz ulema gibi kamusal alan çıkmazlar, kamusal vicdanı ve doğru siyaseti suistimal ederler; farkındadırlar ve değiller, çoktan din dilini terketmişlerdir.


Fakat bu aydınların yanıldıkları bir nokta var; ne kadar manipüle edilirse edilsin, sosyolojinin dip dalgaları olup bitenler karşısında hala zihnen teslim olmuş değildirler. Muhammed bin Selman, Amerikalılara “Filistin benim meselem değil ama nüfusunun yüzde 70’i 30 yaşında olan bir ülkem var, onlar için çok önemli” derken durumu tam olarak özetlemişti. O, saraylardan bağımsız ulemanın fıkıh diliyle ortaya çıkacakları gün, dip dalganın tsunamiye dönüşececeğini biliyor. Gazze bunun ilk işaretlerini verdi.

https://www.aljazeera.net/misc/2024/3/21/%D9%85%D9%81%D8%AA%D9%8A-%D8%B9%D9%85%D8%A7%D9%86-%D9%8A%D8%B4%D8%A8%D9%87-%D8%A7%D9%84%D8%B9%D8%AF%D9%88%D8%A7%D9%86-%D8%B9%D9%84%D9%89-%D8%BA%D8%B2%D8%A9-%D8%A8%D8%BA%D8%B2%D9%88%D8%A9


https://serbestiyet.com/featured/iki-cihat-fetvasi-199270/

🇹🇷

=======================

Ahmet Tan: Biri ötekine ihanet ederse...


09-Mart-2025 Pazar


Yüz iki yıl ne ki?


İnsan ömründen on on beş yıl veya biraz fazlası.


Tam 102 yıl önce tarih 23-Mart-1923, günlerden salı.


Konu Irak’ın kuzeyi, yine Musul-Kerkük.


Cumhuriyet henüz ilan edilmemiş.


Büyük Millet Meclisi “gizli oturum” için toplanmış:


-- İsmet Paşa (Dışişleri Bakanı): Arkadaşlar; ben Kürt’üm. Fakat Türkiye’nin yükselmesini, Türkiye’nin şerefini, Türkiye’nin gelişmesini dileyen Kürtlerdenim. Nedeni ise okuryazar olmam ve konuştuğum dildir. Bu dil, ırkımın dili değildir. Türklerindir. Bunun için, Türklerin gelişmesini ve yükselmesini isterim. Arkadaşlar benim bir imanım, bir kanaatim var. Bugünkü durumu Avrupa Devletleri öyle bir tespit etmişlerdir ki Türk ile Kürt birlikte çalışarak yaşamazlarsa ikisi için de bu işin sonu yoktur. (...) Arkadaşlar bu nedenle herhangisi, herhangisine ihanet ederse ikisi için de işin sonu yoktur. (TBMM Gizli Celse Zabıtları, İ: 6, 6.3.1339 cilt 2.)


* *


Türkiye Cumhuriyeti devletinin kurucularından 2. cumhurbaşkanının sözleridir bunlar. Evet, “Biri, ötekine ihanet ederse bu işin sonu yoktur!”.


* *


Gizli oturumda ara ara çıkan çok sert tartışmaları yatıştıran Mustafa Kemal Paşa oluyor:


-- Musul sorununu bir günde halledeceğiz, ordumuzu yürüteceğiz, bir günde alacağız dersek bu mümkündür. Fakat Musul’u aldıktan sonra savaşın son bulacağına emin olamayız. Orada, şüphesiz savaş cephesi açmış olacağız.


* *


Konu başka güne erteleniyor, başka oturumlarda da yine başka tartışmalar, kavgalar arasında görüşülüyor:


-- Emin Bey (Ergani): Musul’u satıyorlar. Bu memleketi daima satıyorlar.


-- Yusuf Ziya Bey (Bitlis): Milli mesele olarak satıyorlar.


-- Hamdullah Suphi (Antalya): Bu sözü söyleyen namusun ne olduğunu bilmeyen aşağılık ve rezildir!


-- Yusuf Ziya Bey (Bitlis): Aşağılık, rezil sensin. Namussuz!


* *


Oturuma çıkan kavga nedeniyle bir süre ara veriliyor. Daha sonra gizli olarak devam ediyor:


-- Yusuf Ziya Bey (Bitlis): Musul Türkiye’nin bir parçasıdır. Kürtlerle Türkler ortaklaşa yaşamaktadırlar. (..) Arkadaşlar bir insanı ikiye bölmek mümkün değilse Musul’u Türkiye’den ayırmak da öylece mümkün değildir.


* *


Musul sorunu, sonunda Lozan’a götürülüyor. İsmet Paşa Musul’da plebisit (halkoylaması) öneriyor. Ancak bu öneriye İngiltere şiddetle karşı çıkıyor:


-- Lord Curzon: Halk çoğunluğunun cahil, göçebe hayatı yaşadığı, ırk ve dini inançları çok kuvvetli bir ülkede plebisit yapılamaz. (U.Mumcu-Kürt İslam Ayaklanması-U.Mumcu 1991 s:170)


* *


Türkiye, sonunda 5 Haziran 1926 günü İngiltere ile imzaladığı anlaşma ile yılda 500 bin sterlin petrol payı alma karşılığı Musul’u terk ediyor.


* *


İşin özünü, özetini İngiltere’nin Ankara Büyükelçisi Sir D. Cleck, hükümetine gönderdiği gizli bir raporla şöyle ortaya koyuyor:


-- Tarihte yalnızca İngiltere, ayrılıkçı güçlere kendisini uydurma hünerini gösterebilmiştir. Türkiye’nin doğusundakilerin kültür düzeyleri o kadar düşüktür ki Türklerin bunları asimile etmelerine olanak yoktur.


(İngiliz Gizli Belgeleri ile Türkiye’de Kürt Sorunu, B.Şimşir, s: 98)


* *


Son yıllarda Musul’da, Kerkük’te olup bitenlerin arkasında İngiltere’nin (ve Amerika’nın) “ayrılıkçı güçlere” kendisini uydurma “hüneri” yatıyor.


Elbette, Türkiye’nin doğunun (ve güneydoğusu) “kültür düzeyinin çok düşük” olmasından da en büyük çıkarı, yararı sağlayan da yine bu ülkelerdir.


Kürtlerin geri bırakılması bir anlamda İngiliz ve ABD’nin asırlar ötesine dayanan örtülü politikasıdır. Ama örtü artık lime limedir..


https://www.cumhuriyet.com.tr/yazarlar/ahmet-tan/biri-otekine-ihanet-ederse-2307466

🇹🇷

=======================

Zorba koca açıktan tehdit etti: Karımı öldürmedim ama yakında öldüreceğim


Yayınlanma: 10-Mart-2025 Pazartesi 14:01

Samsun’da karısını döven ve gözaltına alınan Eyüp D., emniyetteki ifadelerinin ardından adliyeye sevk edilirken, kendisini görüntüleyen gazetecilere “Çekin, karımı öldürmedim ama öldüreceğim yakında” dedi. Eyüp D., çıkarıldığı hakimlik tarafından tutuklandı.


Olay, dün akşam Samsun’un Canik ilçesi Karşıyaka Mahallesi’nde meydana geldi.


Hakkında uzaklaştırma kararı bulunan 39 yaşındaki koca Eyüp D.., 36 yaşındaki eşi E.D.’nin evine gitti. Evde E.D.’ye hakaret edip, döven Eyüp D., daha sonra kendini ihbar etti.


esini-doven-supheli-oldurmedim-ama-yaki-603665-178594.jpg

GÖZALTINA ALINIP EMNİYETE GÖTÜRÜLDÜ


Olay yerine polis ve sağlık ekipleri sevk edildi. Yaralanan E.D., kaldırıldığı hastanede tedavi altına alındı. Gözaltına alınan Eyüp D. ise emniyete götürüldü.


esini-doven-supheli-oldurmedim-ama-yaki-603666-178594.jpg

"KARIMI ÖLDÜRMEDİM AMA ÖLDÜRECEĞİM YAKINDA"


Emniyetteki işlemlerinin ardından adliyeye sevk edilen Eyüp D., kendisini görüntüleyen gazetecilere, “Çekin, karımı öldürmedim ama öldüreceğim yakında” ifadelerini kullandı.


Eyüp D., çıkarıldığı hakimlikçe tutuklandı.


https://halktv.com.tr/gundem/esini-doven-kocadan-kameralara-piskin-aciklama-cekin-karimi-oldurmedim-ama-920463h

🇹🇷

=======================

Ece Gürel’e cadılık eğitimi vermişti: İfadesi ortaya çıktı

İstanbul‘da Belgrad Ormanı’nda kaybolduktan 4 gün sonra bulunan ve kaldırıldığı hastanede hayatını kaybeden Ece Gürel’e ’cadılık ve büyücülük’ eğitimi verdiği iddia edilen Hale Nur Özen, adli kontrol şartıyla serbest bırakıldı. Özen ifadesinde, 'Son olarak Cadılık Zanaatı eğitimi aldı. Bu eğitimin sadece adı 'cadılık' içeriğinde mantıksal açıklaması olmayan bir şey yok' diyerek kendini savundu.


10-Mart-2025


İstanbul’da Belgrad Ormanı’nda kaybolan 36 yaşındaki Ece Gürel, 4 gün sonra sarp ormanlık alanda arama kurtarma ekipleri tarafından bulunmuştu. Hipotermi geçirdiği belirlenen peyzaj mimarı Gürel, ekiplerin ilk müdahalesi sonrası ambulansla Maslak’taki özel bir hastaneye kaldırılmıştı. Yoğun bakıma alınan Ece Gürel, 2 gün sonra yaşamını yitirmişti. Ece Gürel’in "cadılık ve büyücülük" eğitimi aldığı iddia edilen Hale Nur Özen, Bursa Cumhuriyet Başsavcılığının talimatıyla "sırf halk arasında endişe, korku veya panik oluşturmak saikiyle ülkenin iç ve dış güvenliği, kamu düzeni ve genel sağlığı ile ilgili gerçeğe aykırı olmak ve nitelikli dolandırıcılık" suçlamasıyla polis ekipleri tarafından gözaltına alınmıştı. Özen, dün hastanede alınan sağlık raporunun ardından adliyeye sevk edildi. Nöbetçi Sulh Ceza Mahkemesinde hakim karşısına çıkan Özen, adli kontrol şartıyla serbest bırakıldı.


İFADESİ ORTAYA ÇIKTI


Hakim karşısına çıkan Özen, kendisine yapılan suçlamalar üzerine, "Ece’yi yaklaşık 2 yıldır tanırım. Kendisine online olarak eğitim verdim. Daha önce tarot eğitim almıştı. Son olarak Cadılık Zanaatı eğitimi aldı. Bu eğitimin sadece adı "cadılık" içeriğinde mantıksal açıklaması olmayan bir şey yok. Ece’nin son 2-3 aydır duygusal tepkileri çok yoğundu. Çok normal konularda bile takıntılı davranıyordu. Vefatı ile bir bağlantım yoktur. Suçlamaları kabul etmiyorum" ifadelerini kullandı.


https://www.star.com.tr/guncel/ece-gurele-cadilik-egitimi-vermisti-ifadesi-ortaya-cikti-haber-1930919/

🇹🇷

=======================

Kendinizi bu kadar üzmeyin, lütfen rahatlayın.

İroni yapmıyorum.

Dalga geçmiyorum.

Gerçekten.


Her ne kadar siz tersini düşünseniz de, biz sizi severiz.

Kötülüğünüzü istemeyiz.


Silahlanıyoruz.

Ama sizin karşı değil değil.

Bizim endişemiz korkumuz, süper güçler.

ABD, Rusya…

Sizi ürkütecek bir durum yok.


Evet sorunlarımız var.

Belki de, Türkiye’nin en sorunlu sınırları aramızda.

Misal 1639 Kasr-ı Şirin anlaşması ile İran sınırı kalıcı olarak belirlenmiştir.

Kimse değiştirmeyi düşünmez.

İran’da 40 milyon Azeri Türkü olsa dahi.


Ermenistan sınırlarını beğenmiyor.

Sıkıntılı, hem de çok sıkıntılı bir komşu.


Ama Bulgarların bir talebi yok.

Bizim de yok.

Bulgarlar kendi ülkelerindeki Türkler ile iyi geçinirse biz yalnızca mutlu oluruz.


Yunanistan ile deniz sınırlarımız sıkıntılı.

Bunları çözmek çok kolay.

Toprak talep etmiyoruz.

Ada falan alalım istemiyoruz.

Rumları yönetelim, onları esir edelim diye bir idealimiz yok.

İyi komşuluk ilişkileri içinde yaşayalım istiyoruz.

Herkes kendi yerinde, kendi ülkesinde rahat etsin.


Yunan adalarının karasularının 12 mile çıkarılması bizim için kabul edilebilir bir şey değildir.

Türkiyenin deniz gücünün Karadeniz ve Akdeniz’de hapsedilmesi olacak şey değildir.


Yunanistan’ın kendi adalarının her biri için geniş özel ekonomik bölgeler istemesi de aynı şekilde kabul edilebilir bir düşünce değildir.


İşte bu nedenlerle Türkiye Uluslararası Deniz Hukuku anlaşmasına(!) imza koymamıştır.

Dikkat.

Ne diyorum?

Uluslararası deniz hukuku ANLAŞMASI.

An-laş-ma!!…

Çok taraflı bir anlaşmadır bu.

Biz imza koymadık.

İtirazlarımız var.

Kanun değildir.

Bizim için geçerli olması imkansızdır.


Peki bu halde bu sorunlar nasıl çözülür?

Uzlaşarak.

Bizim kabul edebileceğimiz şekil bellidir.

Orta hattın doğusunda kalan Yunan adalarının 6 mil sınırları dışında kalan alanlari ile orta hattın doğu tarafının Türk özel ekonomik bölgesi olarak tanınması uzlaşı noktasıdır.

Karasularının 6 milde kalması bizim için yeterlidir.


Türkiye’nin silahlanması Yunanistan için değildir.

Ve Yunanistan’a da fazla gelir.

Yunanistan’ın Türkiye’yi örnek göstererek silah yarışına girmesi Yunanistanın milli gücünün, ve ekonomik varlığının ötesindedir.

Yunanistanın on yıllardır gösterdiği her çaba ekonomik iflas ile sonuçlanmıştır.


Adalarınızda hükümran olmak talebimizi yoktur.

Turist olarak gelmek, uzo, balık, deniz mahsulleri yemek, değişik bir ambiyans yaşamak bize yeter.


Uzlaştıktan sonra silahlanmayı bırakırsınız.

Gücünüzü refahınızı artırmaya verirsiniz.

Ekonomilerimizi eklemlendiririz.

Ortak yatırımlarımız, ekonomik girişimlerimiz olur.

Örneğin, Egenin her iki ülkeye ait ekonomik bölgelerinde doğal kaynakları elde etmek için ortak şirketler kurulabilir.


Korkmayın, Türk halkının çoğu için Osmanlı tarihe ait bir konudur.

Her ne kadar çok az bir kesimde hala bu ümitler var olsa da, ortalama Türk vatandaşının böyle hayalleri yoktur.


Son yıllarda bazılarının dile getirdiği NeoOsmanlı ideali tam bir saçmalıktır.

Bu fikirle bağlantılı siyasi ve askeri operasyonlar Irak ve Suriye’de batağa saplanmıştır.

Korkarım Türk devletini ve milletini de hayli üzecek sonuçları olacaktır.


Ukrayna, Rusya, Çin, AB, ABD ekseninde yaşanan olağan üstü gelişmeler.

Trumpizm ve onun sonuçları bütün dünya için son derece tehlikelidir.

Bütün bu hengameden yeni bir dünya savaşına taraf olmadan, nükleer bulutlar altında kalmadan atlatabilmek her millet ve devlet için en büyük ideal olmalıdır.


Dünya da her an, her şey olabilir.

Distopik, postmodern, kaotik bir yeni dünya düzenine doğru adım adım ilerliyoruz.

Ne Yunan halkına, ne Türk halkına, komşu halklara bir zarar gelmesini asla istemem.


--- --- ---

Don’t be so upset, please relax.

I'm not being ironic.

I'm not joking.

Really.


Even though you think otherwise, we love you.

We don’t wish you any harm.


We are arming.

But not against for you.

Our concern, our fear, the superpowers.

USA, Russia…

There is nothing that should scare you.


Yes, we have problems.

Perhaps, Türkiye’s most problematic borders are between us.

For example, the Iranian border was determined permanently with the Kasr-ı Şirin Agreement of 1639.

No one would consider changing it.

Even if there are 40 million Azeri Turks in Iran.


Armenia does not like its borders.

It is a troubled, very troubled neighbor.


But the Bulgarians have no demands.

Neither do we.

If the Bulgarians get along well with the Turks in their own country, we will only be happy.


Our maritime borders with Greece are problematic.


It is very easy to solve these.

We do not demand land.

We do not want to take islands or anything like that.

We do not have an ideal to govern the Greeks or enslave them.

We want to live in good neighborly relations.

Everyone should be comfortable in their own place, in their own country.


It is not acceptable for us to increase the territorial waters of the Greek islands to 12 miles.

It is not possible to confine Türkiye’s naval power in the Black Sea and the Mediterranean.


It is also not acceptable for Greece to want large special economic zones for each of its islands.


For these reasons, Turkey has not signed the International Maritime Law Agreement(!).

Attention.

What am I saying?

INTERNATIONAL MARITIME LAW AGREEMENT.

AG-REE-MENT!!…

This is a multilateral agreement.

We did not sign it.

We have objections.

IT IS NOT A LAW.

It is impossible for it to be valid for us.


So how can these problems be solved in this case?

By compromise.

The way we can accept it is clear.


The consensus point is that the eastern side of the median line and the areas outside the 6-mile borders for the Greek islands to the east of the median line, will be recognized as Turkish special economic zones.


It is enough for us for the territorial waters to remain at 6 miles.


Türkiye’s armament is not for Greece.

And it is too much for Greece.

Greece’s entering the arms race by showing Türkiye as an example is beyond Greece’s national power and economic existence.

Every effort Greece has made for decades has resulted in economic bankruptcy.


We do not demand to be sovereign on your islands.

It is enough for us to come as tourists, drink ouzo, eat seafood, and experience a different atmosphere.


After we reach an agreement, you can stop armament.

You can give your all power to increasing your welfare.

We can integrate our economies.

We can have joint investments and economic initiatives.

For example, joint companies can be established to obtain natural resources in the economic zones of the Aegean belonging to both countries.


Do not be afraid, for most of the Turkish people, the Ottomans are a matter of history.

Although a very small segment still has these hopes, the average Turkish citizen does not have such dreams.


The Neo-Ottoman ideal that some have voiced in recent years is complete nonsense.


Political and military operations related to this idea have been bogged down in Iraq and Syria.


I am afraid that it will have very upsetting consequences for the Turkish state and nation.


Extraordinary developments in Ukraine, Russia, China, the EU, and the US.

Trumpism and its consequences are extremely dangerous for the entire world.

Being able to get through all this turmoil without being a party to a new world war and without being under a nuclear cloud should be the greatest ideal for every nation and state.


Anything can happen in the world at any time.

We are advancing step by step towards a dystopian, postmodern, chaotic new world order.

I would never want any harm to come to the Greek people, the Turkish people, or the neighboring peoples.

🇹🇷

=======================

Örnek bir senaryoda:

Örneğin Sağlık Bakanlığında çalışan bir sivil hekim il sağlık müdürlüğünün talimatıyla Güney Doğuda bulunan bir askeri birlik emrinde hekimlik hizmeti vermek üzere görevlendiriliyor.

Hekim görevlendirildiği birliğin kışlasına gittiğinde, birliğin bir sınır ötesi harekat için Suriye"de olduğunu ve oraya götürülmesi gerektiğini öğreniyor.

Hekim birliğin imkanları ile çatışma bölgesine götürülüyor.

Hekim etrafında bulunan askerlerden birinin silah kazası sonucu ölüyor.

Ya da hekim kalp krizi geçiriyor ve ölüyor.

Ya da hekim yüksek irtifada dağ hastalığı yaşıyor ve solunum yetmezliği sonucu ölüyor.

Buna benzer örnek hallerde ölen hekimin Türk hukuku açısından, uluslararası hukuk açısından durumu nedir?

Varislerinin takip edebileceği hak arama mücadelesinde dayanakları neler olabilir.

Devletin böylesi bir durumda hem iç hukuk hem de uluslararası hukuk açısından sorumluluğu nedir?


=======================

Bu senaryoda, Sağlık Bakanlığı’nda çalışan bir sivil hekimin askeri birliğe görevlendirilmesi ve çatışma bölgesinde hayatını kaybetmesi durumu, hem **Türk hukuku** hem de **uluslararası hukuk** açısından karmaşık hukuki sorunlar doğurabilir. Bu durumun hukuki boyutlarını ve varislerin hak arama yollarını aşağıdaki başlıklar altında inceleyebiliriz:


-- --


### 1. **Türk Hukuku Açısından Değerlendirme**


#### a) **Görevlendirme ve Rıza**

- Hekim, **il sağlık müdürlüğünün talimatıyla** görevlendirilmiştir. Bu görevlendirme, idari bir karardır ve hekimin rızasına bağlı olabilir. Eğer hekim, çatışma bölgesine gitmeyi kabul etmişse, bu durumda **gönüllü katılım** söz konusu olabilir.

- Ancak, hekimin çatışma bölgesine götürülmesi, görevlendirme kararının kapsamını aşabilir. Eğer hekim, bu durumdan haberdar değilse veya rızası alınmamışsa, bu durum **idarenin sorumluluğunu** doğurabilir.


#### b) **Sosyal Güvenlik ve Tazminat**

- Hekim, görevi sırasında hayatını kaybettiği için, bu durum **iş kazası** olarak değerlendirilebilir. **5510 Sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu** kapsamında:

- Hekimin varisleri, **ölüm aylığı** ve **cenaze yardımı** gibi haklardan yararlanabilir.

- Ayrıca, hekimin ölümüne yol açan olayın sorumlularına karşı **tazminat davası** açılabilir.

- Eğer devlet, hekimin güvenliğini sağlamakta yetersiz kalmışsa (örneğin, çatışma bölgesine götürülmesi sırasında gerekli önlemler alınmamışsa), bu durum **devletin sorumluluğunu** doğurabilir. Bu durumda, varisler **idare aleyhine tazminat davası** açabilir.


#### c) **Ceza Hukuku Açısından**

- Hekimin ölümüne yol açan olay (örneğin, silah kazası), bir **ceza hukuku sorunu** doğurabilir. Özellikle, silah kazasının sorumlusu olan asker veya yetkililer hakkında **taksirle ölüme neden olma** suçundan soruşturma açılabilir (**Türk Ceza Kanunu Madde 85**).

- Ayrıca, hekimin çatışma bölgesine götürülmesi sırasında gerekli önlemlerin alınmaması, yetkililerin **görevi kötüye kullanma** veya **taksirle yaralama/ölüme neden olma** suçlarını işlemiş olabileceği anlamına gelebilir.


-- --


### 2. **Uluslararası Hukuk Açısından Değerlendirme**


#### a) **Cenevre Sözleşmeleri ve İnsani Hukuk**

- **1949 Cenevre Sözleşmeleri** ve **1977 Ek Protokol I**, sağlık personelinin silahlı çatışmalar sırasında korunmasını düzenler. Buna göre:

- Sağlık personeli (sivil veya askeri), çatışmalar sırasında korunması gereken kişiler arasındadır. Bu kişiler, doğrudan hedef alınamaz ve tıbbi görevlerini yerine getirmelerine engel olunamaz.

- Ancak, sivil hekimlerin askeri birliklerle birlikte hareket etmeleri, onların **hedef olma riskini** artırabilir. Bu durum, uluslararası hukuk açısından tartışmalıdır.


#### b) **Devletin Sorumluluğu**

- Türkiye, sivil hekimleri çatışma bölgesine gönderirken, bu kişilerin güvenliğini sağlamakla yükümlüdür. Eğer devlet, gerekli önlemleri almadığı için hekim zarar görürse, bu durum **devletin uluslararası sorumluluğunu** doğurabilir.

- Ayrıca, sivil hekimlerin uluslararası hukuka aykırı bir şekilde kullanılması (örneğin, tıbbi görevlerinin ötesinde askeri faaliyetlere dahil edilmeleri), Türkiye’nin uluslararası hukuk önünde sorumluluğunu doğurabilir.


#### c) **İnsan Hakları Hukuku**

- Hekimin ölümü, **Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS)** kapsamında **yaşam hakkının ihlali** (Madde 2) olarak değerlendirilebilir. Eğer devlet, hekimin güvenliğini sağlamakta yetersiz kalmışsa, bu durum AİHS'e aykırı olabilir.

- Varisler, Türkiye‘nin AİHS’i ihlal ettiği gerekçesiyle **Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM)**’ne başvurabilir.


-- --


### 3. **Varislerin Hak Arama Yolları**


#### a) **İdari Başvuru ve Tazminat Davası**

- Varisler, öncelikle **idareye başvurarak** tazminat talebinde bulunabilir. Eğer idare bu talebi reddederse, **idare mahkemesinde dava** açılabilir.

- Ayrıca, hekimin ölümüne yol açan olayın sorumlularına karşı **tazminat davası** açılabilir.


#### b) **Ceza Hukuku Kapsamında Soruşturma**

- Varisler, hekimin ölümüne yol açan olayla ilgili olarak **savcılığa suç duyurusunda** bulunabilir. Bu durumda, sorumlular hakkında ceza soruşturması açılabilir.


#### c) **Uluslararası Başvuru**

- Varisler, Türkiye‘nin uluslararası hukuku ihlal ettiği gerekçesiyle **AİHM**’e başvurabilir. Bu başvuru, özellikle yaşam hakkının ihlali ve devletin sorumluluğu konularını kapsayabilir.


-- --


### 4. **Devletin Sorumluluğu**


#### a) **İç Hukuk Açısından**

- Devlet, hekimin güvenliğini sağlamakla yükümlüdür. Eğer bu yükümlülük yerine getirilmemişse, devlet **idari sorumluluk** ve **tazminat yükümlülüğü** altına girer.


#### b) **Uluslararası Hukuk Açısından**

- Devlet, sivil hekimleri çatışma bölgesine gönderirken uluslararası hukuka uygun hareket etmek zorundadır. Eğer bu kişilerin güvenliği sağlanmamışsa, devlet uluslararası hukuk önünde sorumlu tutulabilir.


-- --


### Sonuç

Bu tür durumlarda, hekimin varisleri hem **Türk hukuku** hem de **uluslararası hukuk** çerçevesinde hak arama yollarını kullanabilir. Devletin, sivil hekimlerin güvenliğini sağlamak ve uluslararası hukuka uygun hareket etmek gibi yükümlülükleri vardır. Eğer bu yükümlülükler yerine getirilmemişse, devlet hem iç hukuk hem de uluslararası hukuk önünde sorumlu tutulabilir.


Eğer daha spesifik bir durumla ilgili bilgi arıyorsanız, detayları paylaşmanız halinde daha net bir yanıt verebilirim.

🇹🇷

=======================