=======================
18-Nisan-2025
Endonezya Cumhurbaşkanı Prabowo Subianto…
Emekli korgeneral.
20-Ekim-2024’te, Cumhurbaşkanlığı görevine başladı.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın davetiyle Türkiye’ye geldi.
10-Nisan-2025’te, TBMM ’de bir konuşma yaptı.
Konuşmasında, özellikle Atatürk’e vurgu yaptı:
“ Gençken bir ikonum vardı, hayranlık duyduğum biri vardı; benim kahramanım, benim ikonum Mustafa Kemal Atatürk’tü.
Fatih Sultan Mehmet de, idol ve kahramanlarımdan biriydi.
Sadece Endonezya’da değil…
Özellikle gelişmekte olan ülkelerden bahsediyorum.
Tüm bu ülkelerde Mustafa Kemal bir idoldür ve bir örnektir, cesaretin bir temsilidir.
Bir lider örneğidir, bir vatansever örneğidir.
Bir vazgeçmeme örneğidir. Azim örneğidir…” dedi.
Bu vatanda yaşayan herkesin gurur duyacağı konuşma…
Ama…
Gel gör ki…
Endonezya Cumhurbaşkanı’nın Atatürk’le ilgili övgü dolu sözleri, TRT’de yayımlanmadı.
İşgalcilerden kurtardığı, özgür hale getirdiği ülkenin devlet televizyonunda…
İslam ahlakına göre, “Vefa imandan gelir” değil mi?
Eğer Atatürk olmasaydı TRT olmayacaktı, yayın da yapamayacaktı…
Biliyorsun değil mi…
Asaf İlbay, Atatürk’ün çocukluk arkadaşıdır.
İtalya’dadır…
Atatürk’ün sonsuzluğa adım attığını duyar.
İstanbul’a hareket etmek için, derhal tren biletini alır.
İstasyonda bir Türk vatandaşı, bir İtalyan profesörünün gazetede Atatürk’e dair yazdığı bir yazıyı tercüme eder.
Yazıda, “İskender, Sezar, Napolyon ayağa kalkınız, büyüğünüz geliyor” cümlesi vardır…
Atatürk’ün dünya savaş tarihinin en iyi komutanı olduğu, bu yedi sözcükle anlatılmıştı.
Aristo’nun öğrencisi, kendi döneminde dünyanın yarısını fetheden Büyük İskender…
Dünya tarihinin en etkili ismi Sezar…
Batı’nın hayran olduğu, 62 savaş gören Napolyon…
Kıskanmışlar mıdır bilinmez ama, iyi komutan olduklarından, Atatürk’ün önünde büyük saygıyla eğilmişlerdir.
Mustafa Kemal’e asıl hakkını, İngiliz Mareşal William Birdwood verir.
Birdwood, 1915’te Çanakkale’de Mustafa Kemal’in karşısında savaştığı ANZAK Komutanı generaldir.
Birdwood, Çanakkale Savaşı sonrası İngiltere’de mareşalliğe kadar yükseltilir.
Yaşlanmıştır…
Hastadır.
21-Kasım-1938’de, ayağı şiş olduğu halde, doktorların itirazına rağmen Atatürk’ün Ankara’daki cenaze törenine katılır.
Kortejde yürüyemez, Halk Evi balkonuna alırlar.
Ayakta güçlükle durabildiğinden, düşmesin diye arkasına destek için koltuk yerleştirilir.
Mareşal asası ve üniformasıyla, Atatürk’ün naaşının geçişi esnasında saygı duruşunda bulunur.
Savaşta yendiği düşmanının, onun önündeki saygı duruşu tarihte bir ilkti…
Atatürk, “Yurtta Barış Dünyada Barış” politikası doğrultusunda…
9 Şubat 1934’te Türkiye, Yunanistan, Romanya ve Yugoslavya arasında Balkan Antantı’nı kurar.
8 Temmuz 1937’de de Türkiye, İran, Irak ve Afganistan arasında Sadabat Paktı’nı oluşturur.
Bu ittifaklarla, Türkiye’yi bir barış gölü durumuna getirir.
Dönemin Yunanistan Başbakanı Venizelos, Atatürk’ün Balkan barışının mimarı olduğunu vurgular.
Ve, Venizelos dünya tarihinde bir ilki gerçekleştirir.
Ünlü “Küçük Asya Felaketi”ni Yunanistan’a yaşatan, eski düşmanı Atatürk’ü, 1934 yılında Nobel Barış Ödülü’ne aday gösterir.
Oysa, “Küçük Asya Felaketi”, Yunanistan’a pahalıya mal olmuştu.
Komutanları esir alınmış, 130 bin asker kayba uğramış, Yunan hükümeti düşmüştü.
Yunan Başbakanı dahil, altı devlet adamı yenilgi nedeniyle Atina’da idam edilmişti.
Böyle bir utanç sayfasına sahip Yunan Başbakanı, yenildiği düşmanını Nobel Barış Ödülü’ne aday gösteriyordu…
Tarihin henüz kaydetmediği bir saygı duruşudur bu…
Atatürk’ün ölümsüzlüğe adım atması nedeniyle…
Mısır’da yedi, İran’da 11 gün yas ilan edilir.
Hindistan’da, 18-Kasım-1938 günü “Kemal Günü” olarak anılır.
Mesela…
Çok sayıda örnekten biri…
Tunus’un kurucusu Habib Burgiba; “Vatanım istiklale kavuştuğu gün Allah’a şükürden sonra ilk hatırladığım isim Atatürk’tür” der.
Mesela…
Küba Lideri Fidel Castro, “Ben de devrimler gerçekleştirdim.
Ama Atatürk’ün yaptıklarını yapamazdım…
Ona ve devrimlerine hayranım…” sözleriyle Atatürk’ün hakkını verir.
Mesela…
Celal Bayar yüksek sesle, “Atatürk, seni sevmek milli bir ibadettir” der.
Sayın TRT yetkililerine önerim şudur…
Celal Bayar’ı da boykot edin!..
Sayın TRT yetkililerine tavsiyem de şudur…
Atatürk yılı ilan edildiği 1981 yılında, UNESCO’nun yazdığı Atatürk tanımını okuyun derim…
Bu tanımda hayallerinizin bile erişemeyeceği, savaşın ustası, barışın efendisini göreceksiniz.
Vefasızlık etmeyin, derim…
Kul hakkı yemek günahtır, derim…
Çünkü, varlığınızı ona borçlusunuz…
Atatürk ölmedi…
Çünkü, vizyonuna henüz erişen olmadı.
Gerçekten ölmüş olsaydı, bu kadar çok sayıda tetikçi, her gün onu öldürmeye çalışır mıydı?
Atatürk; akıl, bilim, tam bağımsızlık, anti emperyalist ve umut demektir.
Ve, Atatürk bu milletin ebedi lideridir…
Yayınlasan ne olur, yayınlamasan ne olur…
Tarihin Kıskandığı Lider’dir o…
“ İnsan Türk olur da, nasıl Kemal Paşa’dan yana olmaz?” der, Yakup Kadri Karaosmanoğlu…
Anlıyorsun değil mi?..
=======================
Osmanlı padişahlarından II. Abdülhamid’in 4.kuşak torunu olan Abdülhamid Kayıhan Osmanoğlu, proje okullarındaki öğretmen atamalarını protesto eden lise öğrencilerini hedef alarak; "Osmanlı torunu öldü mü zannediyorsunuz?" dedi.
23-Nisan-2025
İktidara yakınlığıyla bilinen Akit TV’de Kayıtdışı Tarih programına konuk olan Kayıhan Osmanoğlu, eylem yapan gençleri hedef aldı.
Osmanoğlu, şunları söyledi:
“ Bir iki gün önce liseli gençler, cahil gençler devletimize karşı ayaklanmışlar. Tabi onların gücü yetmez. Devletimizin yanında olmaya devam Elhamdülillah. Biz yaşadığımız sürece bu tür kör zihniyetin karşısında olacağız. Osmanlı torunu öldü mü zannediyorsunuz? Bir genç sıralamış… 1- Belediye başkanı serbest bırakılsın, 2- bir şey… Hayırdır siz kimsiniz?”
https://www.veryansintv.com/abdulhamidin-torunu-eylem-yapan-liselileri- hedef-aldi
=======================
2025 yılı başında doktor, memur ve memur emeklilerinin maaşları önemli ölçüde yükseldi. Maaşlarda memurlar için yüzde 11.54 oranında artış olurken, SSK, Bağkur ve tarım emeklilerine ise yüzde 15.74 oranında zam uygulandı. Bu gelişmeler, sağlık çalışanlarının maaş durumunu da gündeme getirdi.
23-Nisan-2025
Ocak ayında memur maaşında belirleyici olan Aralık ayı enflasyon verilerinin açıklanmasının ardından en düşük memur aylığının 43 bin 726 TL’ye çıkarılmasını istenen kanun teklifi Meclis’e sunulunca 2025 doktor maaşları da belli oldu. Yeni enflasyon oranlarıyla birlikte esnaf, memur ve çiftçi emeklilerinin aylıklarına da yapılacak zam oranları açıklandı
Ortalama Doktor Maaşı: 109 bin 154 lira oldu, en düşük doktor maaşı: 85 bin 246 TL, en yüksek doktor maaşı: 182.083 TL.
1/4 derecesinde çalışan bir uzman doktorun mevcut maaşı 97 bin 836 liradan yapılan zam ile birlikte 109 bin 154 lira oldu.
Ocak zammından sonra yeni başlayan doktor maaşı ortalama 109 bin 154 TL oldu.
Anestezi Uzmanı: 110.000 TL – 180.000 TL
Beyin Cerrahı: 130.000 TL – 200.000 TL
Kalp Cerrahı: 120.000 TL – 190.000 TL
Genel Cerrah: 90.000 TL – 150.000 TL
Ortopedi Uzmanı: 95.000 TL – 170.000 TL
Kulak Burun Boğaz Uzmanı: 100.000 TL – 170.000 TL
Emekli doktorların maaşlarında da artış yaşandı. Önceden 41.100 TL olan emekli doktor maaşı yapılan zam sonrası 45.847 TL’ye yükseldi.
https://www.veryansintv.com/doktor-maasi-ne-kadar-doktor-maasi-2025
=======================
23-Nisan-2025
Küresel finansal mimarinin temel taşları olarak kabul edilen ABD doları ve SWIFT ödeme sistemi, son yıllarda ekonomik güç dengelerindeki değişim ( IMF , 2023), dijital para teknolojilerinin yükselişi ( BIS , 2022; People’s Bank of China, 2023) ve artan jeopolitik kırılganlıklar (G7/20-G-2023) nedeniyle ciddi dönüşüm baskısıyla karşı karşıyadır. ABD ’nin yaptırım odaklı dış politikasının finansal sistemde araçsallaşması, birçok ülkenin alternatif finansal çözümler geliştirmesine neden olmuş; Çin’in CIPS ’i ve Rusya’nın SPFS ’i gibi bölgesel ödeme sistemleri, SWIFT ’in tek merkezli yapısına karşı alternatif oluşturmuştur (Zeng, 2022; World Economic Forum, 2020). Öte yandan, merkez bankası dijital para birimleri ( CBDC ) ve blockchain tabanlı ödeme altyapıları, finansal sistemin geleceğini yeniden tanımlamaktadır ( BIS , 2022; People’s Bank of China, 2023).
20. yüzyılın ortalarından itibaren ABD doları ve SWIFT sistemi, uluslararası finansal işlemlerin temel taşları olmuştur (Eichengreen, 2011). Ancak son yıllarda, bu sistemlerin sürdürülebilirliği ve etkinliği konusunda ciddi sorgulamalar ortaya çıkmıştır. Küresel ekonomik dengelerin değişmesi, teknolojik ilerlemeler ve jeopolitik gerilimler, mevcut finansal altyapının yeniden değerlendirilmesini zorunlu kılmaktadır (Ocampo, 2017).
ABD’nin “güçlü dolar” politikası, uzun süre boyunca küresel ticaretin ve rezervlerin merkezinde yer almıştır. Ancak, son dönemde bu politikanın etkinliği ve sürdürülebilirliği konusunda şüpheler artmaktadır (IMF, 2023). Özellikle ABD’nin dış ticaret politikaları ve iç siyasi dinamikleri, doların küresel güvenilirliğini zedeleyebilir.
SWIFT sistemi, uluslararası ödemelerin standartlaştırılmasında kritik bir rol oynamıştır (SWIFT, 2021). Ancak, sistemin merkezi yapısı ve bazı ülkelerin bu sisteme erişiminin kısıtlanması, alternatif ödeme sistemlerinin geliştirilmesine yol açmıştır (Zeng, 2022). Bu durum, küresel finansal altyapının çeşitlenmesine neden olmaktadır.
ABD doları, uzun yıllar boyunca küresel rezerv para birimi olarak baskın konumunu sürdürmüştür (Eichengreen, 2011). Ancak, son yıllarda bu durum değişmeye başlamıştır. Uluslararası Para Fonu (IMF) verilerine göre, doların küresel rezervlerdeki payı düşüş göstermektedir (IMF, 2023). Bu düşüş, merkez bankalarının portföylerini çeşitlendirme eğiliminden kaynaklanmaktadır.
Doların değer kaybı ve ABD’nin artan dış borcu, yatırımcıların güvenini sarsmaktadır (Ocampo, 2017). Bu durum, alternatif para birimlerine yönelimi teşvik etmektedir. Özellikle euro ve Çin yuanı, rezerv para birimi olarak daha fazla tercih edilmeye başlanmıştır (IMF, 2023).
ABD ’nin dış ticaret politikaları ve finansal yaptırımlar, doların uluslararası alandaki kullanımını sınırlayabilir (G7/20-G-2023). Bu durum, ülkelerin dolar dışı ödeme sistemlerine yönelmesine neden olmaktadır. Örneğin, bazı ülkeler enerji ticaretinde yerel para birimlerini kullanmayı tercih etmektedir.
Doların rezerv para birimi olarak zayıflaması, ABD ekonomisi üzerinde olumsuz etkiler yaratabilir. Özellikle, ABD’nin borçlanma maliyetleri artabilir ve ekonomik istikrarı tehlikeye girebilir (Eichengreen, 2011).
SWIFT sistemi, uluslararası ödemelerin güvenli ve standart bir şekilde gerçekleştirilmesini sağlamaktadır (SWIFT, 2021). Ancak, sistemin merkezi yapısı ve bazı ülkelerin bu sisteme erişiminin kısıtlanması, eleştirilere neden olmaktadır (Zeng, 2022). Özellikle, ABD’nin finansal yaptırımları, SWIFT’in tarafsızlığı konusunda soru işaretleri yaratmaktadır.
Alternatif ödeme sistemleri geliştirilmekte ve bazı ülkeler tarafından kullanılmaktadır. Örneğin, Çin’in CIPS sistemi, yuan cinsinden uluslararası ödemeleri kolaylaştırmaktadır (People’s Bank of China, 2023). Ayrıca, blockchain tabanlı sistemler, daha hızlı ve düşük maliyetli işlemler sunmaktadır (World Economic Forum, 2020).
SWIFT’in mevcut yapısı, teknolojik gelişmelere uyum sağlamakta zorlanabilir. Bu nedenle, sistemin modernizasyonu ve daha esnek bir yapıya kavuşturulması gerekmektedir (SWIFT, 2021). Aksi takdirde, alternatif sistemlerin ön plana çıkması kaçınılmaz olacaktır.
SWIFT ’in geleceği, sistemin adaptasyon yeteneğine ve uluslararası iş birliğine bağlıdır (G7/20-G-2023). Eğer sistem, teknolojik gelişmeleri ve kullanıcı ihtiyaçlarını dikkate alarak kendini yenileyemezse, küresel finansal altyapıdaki rolü azalabilir.
Blockchain teknolojisi, finansal işlemlerde şeffaflık, güvenlik ve hız gibi avantajlar sunmaktadır (World Economic Forum, 2020). Bu nedenle, birçok finansal kurum ve ülke, blockchain tabanlı ödeme sistemlerine yönelmektedir. Örneğin, Ripple ve Stellar gibi platformlar, uluslararası ödemelerde kullanılmaktadır.
Merkez bankaları da dijital para birimleri (CBDC) geliştirmekte ve pilot projeler yürütmektedir. Çin’in dijital yuanı, bu alandaki en ileri örneklerden biridir (People’s Bank of China, 2023). CBDC’ler, merkezi otoriteler tarafından kontrol edildiği için, güvenlik ve düzenleme açısından avantajlar sunmaktadır (BIS, 2022).
Dijital para birimlerinin yaygınlaşması, SWIFT gibi geleneksel sistemlerin kullanımını azaltabilir. Ayrıca, bu yeni sistemler, finansal katılımı artırabilir ve işlem maliyetlerini düşürebilir (FATF, 2022).
Ancak, dijital para birimlerinin yaygınlaşması bazı riskleri de beraberinde getirir. Özellikle siber güvenlik tehditleri, gizlilik sorunları ve finansal istikrar üzerindeki etkileri, dijital para birimlerinin dikkatle yönetilmesini gerektirir (G7/20-G-2023). Ayrıca, bu sistemlerin uluslararası uyum standartlarına entegre edilmesi karmaşık bir süreçtir.
Uluslararası kuruluşlar, bu dönüşüme hazırlıklı olmanın yollarını aramaktadır. Örneğin, Bank for International Settlements (BIS), merkez bankalarıyla birlikte CBDC’lerin sınır ötesi kullanımı üzerine çalışmalar yapmaktadır (BIS, 2022). Bu çabalar, küresel finansal sistemin çok yapılı bir yapıya evrilmesini hızlandırabilir.
Uluslararası ilişkilerdeki gerilimler, dolar ve SWIFT sistemine olan güveni azaltan faktörlerden biridir (G7/20-G-2023). Özellikle ABD ’nin tek taraflı yaptırımları, diğer ülkeleri alternatif finansal çözümler geliştirmeye teşvik etmektedir. Bu bağlamda Rusya, Çin, İran gibi ülkeler, dolar-dışı ticaret anlaşmaları yapmaktadır (Zeng, 2022).
Rusya’nın SPFS (Sistem Peredachi Finansovykh Soobscheniy) sistemi ve Çin’in CIPS sistemi, kendi bölgesel etkilerini artırmayı amaçlamaktadır (People’s Bank of China, 2023). Bu sistemler, SWIFT’e alternatif olarak tasarlanmış olup, jeopolitik etkiyi sınırlandırma çabasının ürünüdür.
Enerji ticaretinde doların hakimiyetinin kırılması da dikkat çekici bir gelişmedir. Örneğin, Çin ve Suudi Arabistan arasındaki yuan bazlı petrol anlaşmaları, “petro- dollar” sistemine meydan okuyan niteliktedir (IMF, 2023). Bu tür hamleler, finansal bağımsızlık arayışının küresel ölçekli örnekleridir.
Bölgesel bloklar da kendi finansal ağlarını oluşturmaya başlamıştır. BRICS ülkeleri arasında geliştirilen yerel para birimiyle ticaret mekanizmaları, doların etkisini sınırlamaya yöneliktir (BRICS Policy Center, 2023). Bu tür girişimler, çok merkezli finansal yapının inşasında önemli adımlardır.
Bu bağlamda, finansal egemenlik ve dijital altyapı yatırımları, jeopolitik gücün yeni belirleyicileri haline gelmektedir (FATF, 2022). Ulusal güvenliğin bir parçası olarak algılanan finansal bağımsızlık, artık sadece ekonomik değil stratejik bir öncelik halini almıştır.
Dünya artık tek kutuplu bir finansal düzenden uzaklaşmaktadır (Ocampo, 2017). Küresel ekonomik güç merkezlerinin çeşitlenmesi, finansal mimarinin de çok yapılı hale gelmesini zorunlu kılmaktadır. Bu dönüşüm, yeni teknolojiler, yeni iş modelleri ve yeni aktörlerle şekillenmektedir (World Economic Forum, 2020).
Çok yapılı sistemin temel bileşenleri arasında bölgesel ödeme sistemleri, dijital para birimleri, merkez bankası koordinasyon mekanizmaları ve açık blockchain altyapıları yer almaktadır (BIS, 2022). Bu yapılar, daha esnek ve şeffaf bir sistemin inşasını mümkün kılmaktadır.
Bu sistemin en önemli avantajlarından biri, tekelci yapıları zayıflatması ve rekabeti teşvik etmesidir. Farklı ödeme kanallarının bulunması, sistemsel riskleri dağıtmakta ve finansal krizlerin yayılma hızını yavaşlatmaktadır (FATF, 2022).
Ancak bu çok kutupluluk, aynı zamanda koordinasyon zorlukları ve regülasyon boşluklarını da beraberinde getirir. Finansal suçların önlenmesi, sermaye kontrolleri ve vergi denetimleri gibi konular, yeni düzenlemelerle yeniden şekillendirilmek zorundadır (G7/20-G-2023).
Çok yapılı bir finansal gelecek, ancak uluslararası iş birliğiyle istikrarlı bir çerçeveye kavuşabilir. Bu noktada IMF, BIS ve G20 gibi kuruluşlara büyük görev düşmektedir (IMF, 2023).
Doların küresel egemenliğinin sarsılması ve SWIFT sisteminin sınırlamaları, yeni bir finansal düzenin kapılarını aralamıştır (Eichengreen, 2011). Blockchain teknolojisi, dijital para birimleri ve bölgesel ödeme sistemleri, bu düzenin temel yapı taşlarını oluşturmaktadır (World Economic Forum, 2020).
Bu dönüşüm, sadece teknolojik bir yenilik değil; aynı zamanda ekonomik, politik ve stratejik bir evrimdir (Ocampo, 2017). Finansal altyapılar artık sadece merkez bankalarının değil, aynı zamanda teknoloji firmalarının, bölgesel iş birliklerinin ve kullanıcıların da alanına girmektedir.
Politika yapıcıların bu dönüşümü iyi anlaması, doğru regülasyonlarla yönlendirmesi gerekmektedir (FATF, 2022). Finansal kapsayıcılığı artıran, sistemsel riskleri azaltan ve şeffaflığı sağlayan yapılar desteklenmelidir.
Akademi, özel sektör ve kamu kurumları arasında daha yoğun bir iş birliği kaçınılmazdır. Veri güvenliği, yapay zekâ destekli risk yönetimi ve uluslararası dijital para protokolleri, öncelikli araştırma alanları olarak ele alınmalıdır (G7/20-G-2023).
Sonuç olarak, dolar merkezli tek kutuplu finansal yapı, yerini çok merkezli, dijital ve dayanıklı bir sisteme bırakmaktadır. Bu sistemin başarısı, katılımcı ülkelerin birlikte hareket etme becerisine ve vizyoner politikalarına bağlıdır.
1. Bank for International Settlements (BIS). (2022). CBDCs: A new era in payment systems. BIS Publications.
2. BRICS Policy Center. (2023). Alternatives to the Western Financial System: CIPS, SPFS and Beyond. BRICS Policy Brief.
Chen, J., & Qian, X. (2023). Digital Currencies and the Future of Cross-border Payments. Journal of Financial Innovation, 9(2), 45–62.
4. European Central Bank (ECB). (2023). Progress on the digital euro – stocktake and next steps. ECB Reports.
5. Eichengreen, B. (2011). Exorbitant Privilege: The Rise and Fall of the Dollar and the Future of the International Monetary System. Oxford University Press.
6. FATF. (2022). Guidance on Virtual Assets and Virtual Asset Service Providers. Financial Action Task Force.
7. G7 & G20 Communiqués. (2021–2023). Statements on Digital Finance and Financial Stability. G20 Finance Ministers & Central Bank Governors’ Meetings.8. In
ernational Monetary Fund (IMF). (2023). Currency Composition of Official Foreign Exchange Reserves (COFER). IMF Statistics Department.
9. Ocampo, J. A. (2017). Resetting the International Monetary (Non)System. Oxford University Press.
10. People’s Bank of China. (2023). Progress of Research & Development of E-CNY in China. PBoC White Paper.
11. Rühlig, T. N. (2022). Geopolitics and the Global Financial Infrastructure: The Case of China’s CIPS. Asia Europe Journal, 20(3), 299–317.
12. SWIFT. (2021). Annual Report. Society for Worldwide Interbank Financial Telecommunication.
13. U.S. Department of the Treasury. (2023). Report on Macroeconomic and Foreign Exchange Policies of Major Trading Partners of the United States.
14. World Economic Forum. (2020). The Future of Financial Infrastructure: An Ambitious Look at How Blockchain Can Reshape Financial Services.
15. Zeng, L. (2022). China’s CIPS and the Fragmentation of Global Finance. Journal of Chinese Political Science, 27(1), 1–20.
=======================
Türkiye gazetesinin haberine göre Erdoğan, AK Parti MKYK toplantısında KKTC'de liselerde başörtüsünün serbest bırakılması kararı sonrası yaşanan tartışmalarla ilgili, “Bu, hadsizliktir. Gerekli mesajları vereceğiz. Bunları sıkılamazsan hadlerini bilmiyorlar” dedi ve KKTC’yi ziyaret edeceğini açıkladı.
Serbestiyet
23-Nisan-2025
Türkiye gazetesinde yer alan habere göre; 21 Nisan’da yapılan AKP MKYK toplantısında Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde (KKTC) liselerde başörtüsüne serbestlik getiren kararın ardından yaşanan tartışmalar gündeme geldi. Edinilen bilgiye göre; Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, yaşanan gelişmelere tepki göstererek, “Bu, hadsizliktir. Önümüzdeki günlerde KKTC’ye bir ziyaret yapacağız. Gerekli mesajları orada vereceğiz. Bunları sıkılamazsan hadlerini bilmiyorlar” dedi.
=======================
Kadıköy’de öldürülen İtalyan şef Andrea Minguzzi’nin oğlu Mattia Ahmet Minguzzi’nin ailesinin avukatı Rezan Epözdemir, ölümle tehdit edildiği mesajları sosyal medya hesabından paylaştı. Epözdemir, konuyu Başsavcılık ve Emniyet’e aktardığını duyurdu.
23-Nisan-2025
Kadıköy’de, İtalyan restoran şefinin 15 yaşındaki oğlu Mattia Ahmet Minguzzi’nin bıçaklanarak öldürülmesinin ardından, çocuğun ailesi tehdit mesajları almıştı.
Minguzzi’yi, 24 Ocak’ta Kadıköy’deki salı pazarında bıçaklayarak ölümüne neden olan sanıklar B.B. ve U.B’nin yakınları ve arkadaşlarının, sistematik olarak maktulün ailesine sosyal medya hesapları üzerinden tehdit ve hakaret içeren paylaşımlar yaptığı ve uzun namlulu tüfekle fotoğraf gönderdiği ortaya çıkmıştı.
Konuya ilişkin başlatılan soruşturma kapsamında tehdit içerikli mesajlar attığı belirlenen 5 şüpheli tutuklanmıştı.
Minguzzi’nin ailesinin avukatı Rezan Epözdemir, ölümle tehdit edildiği mesajları sosyal medya hesabından paylaştı. Epözdemir’e gelen mesajlarda “Bir gün senin de karnın, göğsün bıçaklanır. Kafana mermi gelir dikkat et” ifadeleri yer aldı.
Konuyu Başsavcılık ve Emniyet’e aktardığını duyuran Epözdemir, açıklamasında şu ifadeleri kullandı:
“ Bu dün gece yayınlanan ve Yasemin Minguzzi ile birlikte katıldığımız Candaş Tolga Işık’ın ‘Az önce konustum’ isimli programından sonra ben ve eşimin telefonuna gelen mesajlar. İlgilisi ve grubun ismi gerçek dışı bir şekilde kullanılmış olabileceğinden, hukuken üstünü çizdim. Sonrasında ben ve eşim görüntülü olarak da arandık. Konuyu Başsavcılık ve Emniyete de aktardım. Valilik Makamına da gerekli önlemlerin alınması icin başvuruda bulundum. Umarım gerekenler yapılır. Hukuken de sonuna kadar takipçisi olacağım. Bu tehditler ve baskılar bizi yıldıramaz ve korkutamaz. Ahmet Minguzzi’ nin katillerinin emsal mahiyette cezalandırılması için hukuki mücadelemiz sonuna kadar sürecektir.”
https://www.veryansintv.com/minguzzi-ailesinin-avukatina-olum-tehdidi- mesajlari-paylasti
=======================
İstanbul Kadıköy‘de 15 yaşındaki Mattia Ahmet Minguzzi’nin öldürülmesiyle ilgili davanın sanığı olan 15 yaşındaki B.B. ve 16 yaşındaki U.B.’nin suç kayıtları ortaya çıktı. Minguzzi’yi bıçaklayan B.B.’nin olaydan sadece 1 ay önce satırla yakalandığı ve "Babam pide ustası. Pideleri doğramak için satır istedi, o yüzden satın aldım" şeklinde savunma yaptıktan sonra takipsizlik aldığı ortaya çıktı. U.B.’nin aralarında bulunduğu gruptan E.K.S.’nin ise reşit olmayan bir kişiye bıçak çekip darp ettikten sonra zorla elini öptürtüp sosyal medyada yayınladığı, ancak yeterli delil olmadığı belirtilerek onun da takipsizlik aldığı belirlendi.
24-Nisan-2025
Kadıköy’de, İtalyan restoran şefinin 15 yaşındaki oğlu Mattia Ahmet Minguzzi’nin bıçaklanarak öldürülmesine ilişkin davada yargılanan 15 yaşındaki sanıklar B.B ve U.B.’nin başka olaylara daha karıştığı ortaya çıktı.
DHA’nın haberine göre; Minguzzi’yi bıçaklayan B.B., olaydan 1 ay önce Kadıköy’de 6 Aralık’ta polis aramasında üstünde satırla yakalandı. B.B. hakkında “bıçak veya diğer aletleri izinsiz olarak satın alma, taşıma veya bulundurma” suçundan soruşturma başlatıldı. B.B., savunmasında “Babam pide ustası pideleri doğramak için satır istedi. Satırı pazardan aldım” dedi.
Soruşturma kapsamında satır üzerinde kriminal incelemede, ‘Ateşli Silahlar ve Bıçaklar ile Diğer Aletler Hakkında Kanunu’na muhalefet’ kapsamında olmadığına dair rapor düzenlendi. Bu raporun ardından savcılık, suç unsuru bulunmadığını belirterek takipsizlik kararı verdi.
Olay yerinde Minguzz’ye tekme atan U.B.’nin aralarında bulunduğu gruptan E.K.S.’nin 5 Mayıs 2024’te otobüste karşılaştığı mağdur ile konuşmak istediğini söyleyerek Çekmeköy’de bir parka götürdü. Bıçak çekip darbettikten sonra zorla elini öptürdüğü görüntüleri sosyal medyada yayınladılar. Mağdur çocuğun şikayetinin ardından başlatılan soruşturmada, üzerlerine atılı ‘silahla tehdit’ suçunu işlediklerine dair yeterli delil olmadığı kaydedilerek takipsizlik kararı verildi.
Kadıköy’deki tarihi Salı pazarında 24 Ocak’ta saat 08.25 sıralarında meydana gelen olayda, İtalyan şef Andrea Minguzzi ile çellist Yasemin Akıncılar’ın oğlu Mattia Ahmet Minguzzi, görgü tanıklarının ifadesine göre bisikletli bir grupla tartışma yaşadı. Çevredekilerin araya girmesi sonucu grup dağılırken Mattia Ahmet Minguzzi ise alışveriş yapmak için bit pazarına gitti.
Pazarda alışveriş yapan Minguzzi tartıştığı gruptan olduğu öne sürülen B.B. tarafından beş yerinden bıçaklandı. O sırada yanında bulunan diğer şüpheli U.B. ise yere düşen Minguzzi’yi tekmeledi. Minguzzi’nin 15 gün tedavi gördüğü hastanede hayatını kaybetti.
Olayla ilgili yürütülen soruşturmada 15 yaşında oldukları öğrenilen B.B. ve U.B. hakkında ‘Çocuğa karşı kasten öldürme’ suçundan 18’er 24’er yıla kadar hapis istemiyle dava kapsamında 10 Nisan günü ilk kez Anadolu 2. Çocuk Ağır Ceza Mahkemesi’nde hakim karşısına çıktı.
=======================
24-Nisan-2025
Kıbrıs’taki yeni ekonomi yasa tasarısı, Halil Falyalı iddiaları ve kara paraya ilişkin Prof. Dr. Mete Feridun ve Gazeteci Cenk Mutluyakalı ile Evrensel konuştu.
Gözde Tüzer / EVRENSEL
gozdetuzer@gmail.com
Halil Falyalı’nın kara para transferini 2014-2021 arasında düzenleyen Cemil Önal’ın, Bugün Kıbrıs Gazetesinin Genel Yayın Yönetmeni Ayşemden Akın ile Hollanda istihbaratının kontrolünde gerçekleştirdiği röportajında Halil Falyalı ile Erdoğan iktidarının temsilcileri arasındaki karanlık ilişkilere dair iddiaları hem Kıbrıs’ta hem de Türkiye’de tartışılmaya devam ediliyor. Konu ile ilgili Türkiye’den Binali Yıldırım, Süleyman Soylu, Dışişleri Bakanlığı ve Cumhurbaşkanı İletişim Başkanlığından art arda bu iddiaların “asılsız” olduğuna dair açıklamalar geldi. Son olarak Kıbrıs’ta CTP Milletvekili Doğuş Derya, Kıbrıs Maliye Bakanı Özdemir Berova’ya “Kara para aklama ile ilgili bir girişiminiz olacak mı, yoksa sağırlar körleri mi ağırlar?” sorusu yöneltti, Berova ise cümlesini tamamlayamadan kürsüden indi.
Kıbrıs’ta gündeme gelen bir yasa tasarısı ise dikkatleri üzerine çekti. Yurt dışındaki itibari paraların ekonomiye kazandırılması hakkında yasa tasarısına dair kimileri “Ekonomi canlanacak” derken, kimileri “Kara para aklanacak” iddiasında bulundu. Tüm bu tartışmaları Doğu Akdeniz Üniversitesinden Prof. Dr. Mete Feridun ve Gazeteci Cenk Mutluyakalı ile konuştuk.
Doğu Akdeniz Üniversitesi Bankacılık ve Finans Bölümü başkan yardımcısı ve finansal düzenleme ve risk yönetimi merkezi başkanı olarak görev yapmakta olan Prof. Dr. Mete Feridun, “Yurt dışındaki itibari paraların ekonomiye kazandırılması hakkında yasa tasarısı” hakkında “Kara para ile mücadele etme hedefiyle daha geçtiğimiz sene yeni bir yasa yapılmışken bir sene sonra kara paranın aklanması konusunda küresel düzeyde en büyük risk faktörü kabul edilen kaynağı bilinmeyen nakit paraların ülkeye sokulabilecek olması ve de bizzat bankacılık sistemi üzerinden dolaşıma sokulabilecek olması”na dikkat çekti.
Feridun şöyle devam etti: “Şu ana kadar tasarıya neden nakit paraların da dahil edilmiş olduğuna dair makul bir açıklamada bulunulmadı. Dolayısıyla, merak edilen nokta 2025 yılında banka transferi gerçekleştirmek dururken neden ülkeye yüksek miktarlı paraların nakit olarak sokulmak istenmesi ve hükümetin neden bu konuda bir kolaylık sağlamak istemesidir. Söz konusu nakit paraların kaynağının araştırılacağı iddia edilecektir mutlaka ama bu ne derece mümkündür orası tartışmaya açık bir konu. Günün sonunda ülkeye yüklü miktarda nakit para getirmek isteniyor ve bu işlemin banka transferi olarak gerçekleştirilmesinden kaçınılıyorsa ortada şüphe uyandırıcı bir durum olduğu aşikardır. Tasarının bu yönü, spekülasyonlara sebebiyet verici niteliktedir.”
Türkiye’nin “mali eylem görev gücü’nün (Financial Action Task Force-FATF)” koşullarını yerine getirmek amacıyla kara para ile mücadelesinin önem kazanmasına bağlı olarak KKTC’de de “Suç Gelirlerinin Aklanmasının, Terörizmin Finansmanının ve Kitle İmha Silahlarının Yaygınlaşmasının Finansmanının Önlenmesi Yasası” ile kara para ile yoğun bir mücadelenin başlamasının beklendiğine dikkat çeken Prof. Feridun “Ama gelinen noktada bu tasarı bu sürece bir ölçüde gölge düşürmüş oldu” ifadelerini kullandı.
Prof. Dr. Mete Feridun şöyle devam etti: “Oysa ki FATF Kuzey Kıbrıs’ta kara para ile ilişkili olabilecek sorunlarla ilgili olarak Türkiye’yi sorumlu tutuyor ve bu konularda yapılması gerekenlerle ilgili olarak Türkiye’yi muhatap alıyor. Son yasa tasarısının vergi adaletsizliği boyutunu bir kenara koyacak olursak, en çok dikkat çeken yönü, yasadan faydalanmak isteyecek olanlara ‘nakden yatırım’ seçeneğinin de sunulmuş olması nedeniyle gündeme kara para aklama ve terörizmin finansmanı risklerini getirmiş olmasıdır. Söz konusu yasa tasarısı kapsamında nakit paranın da dahil edilmesi MASAK’ın da sıklıkla dikkat çektiği risklerin gerçekleşmesine uygun zemin yaratmış olacaktır. MASAK, web sayfasında aslında bu konuda çok net bir şekilde şu uyarıda bulunmakta ve ’Nakit para fiziki olarak yurt dışına çıkarılarak denetimin az olduğu ülkelerde bankaya yatırılabilir’ şeklinde bir uyarıda bulunmaktadır. Bu bakımdan, söz konusu yasa tasarısı ile kara parayla mücadelenin bu en önemli aşaması büyük ölçüde ortadan kaldırılmakla birlikte aslında bankacılık sistemimiz açısından da ciddi bir risk ortaya çıkacaktır. Çünkü KKTC bankalarının yurt dışıyla olan bağlantısını oluşturan muhabir bankacılık ilişkileri çok kırılgan bir yapıya sahip. KKTC’ye nakit olarak kara para sokulup aklandıktan sonra bunun KKTC bankaları üzerinden muhabir bankalar aracılığıyla yurt dışına çıkarılabileceğine ilişkin en ufak bir şüphe bile bu muhabir bankacılık ilişkisinin kopmasına ve bankacılık sistemimizin dünya ile bağlantısının kesilmesine yol açabilecektir.”
Feridun, Falyalı ile ilgili iddialara ilişkin “Bu tip iddialardan kendisini soyutlamak ve kamu vicdanını rahatlatmak hükümetlerin görevi olmakla birlikte her şeyden önce toplumun da bu bilinçte olması ve siyasilerden şeffaflık talep etmesi ve toplumun çıkarlarını önceliklendirmelerini istemeleri gerekmektedir” dedi. Kara para aklanmasına ilişkin iddiaların uluslararası kamuoyunun gündemine geldikçe bundan Türkiye’nin de olumsuz etkilenebileceğini belirten Feridun “Nitekim Türkiye’nin ‘gri listeden’ çıkabilmesine yönelik atılan adımlara paralel olarak KKTC’de de yeni bir kara para ile mücadele yasası alelacele geçirilmişti. Yani eğer KKTC gerçekten bir ’arka bahçe’ olarak değerlendiriliyorsa bile bu durum burada gündeme gelebilecek birtakım uluslararası boyutu olan sorunların Türkiye’yi de olumsuz etkilemeyeceği anlamına gelmez” ifadelerini kullandı.
Kıbrıs’taki Yenidüzen Gazetesi Yazarı Cenk Mutluyakalı; mayıs 2021’de Organize Suç Örgütü Lideri Sedat Peker’in Kıbrıslı Gazeteci Kutlu Adalı cinayetine dair itirafları ve Kıbrıs’ın uyuşturucu ve kara para aklama merkezi pozisyonunda olması üzerine gazetemiz Evrensel’e verdiği röportajı hatırlattı. Mutluyakalı “O dönem ‘Ada yarısında illegal temellenmiş bu düzende pek çok kirliliğin üzeri bayrakla, vatanla, nutukla örtülüyor. İnsan ticaretinden kara paranın aklanmasına, kumarhane ve sanal bahis yapılanmalarından uyuşturucuya kadar ciddi bir çürümüşlükten söz ediyoruz’ demiştim. Bugün o röportajın aynı cümlelerini kullanabilirim. O günden bugüne hiçbir şey değişmedi” dedi.
Tüm bu tartışmaların Kıbrıs için bilindik olduğunu aktaran Mutluyakalı, “Sadece tekrar tekrar gündeme geliyor. Siz bir yeri ‘illegal’ tutarsanız, onu bir ’arka bahçe’ gibi görürseniz, uluslararası hukukun, siyasetin dışına iterseniz böyle olur. Burası başka bir ülke. Ama başka bir ülke olması için bağımsız olması lazım, toprak bütünlüğüne saygı gösterilmesi lazım ve hem kendi kimliğiyle hem de uluslararası kimliğiyle dünyaya katılması lazım. Bu istenmiyor. Niye? Çünkü o zaman kullanılacak bir alan kalmıyor. Halbuki şu anda tepe tepe istediği gibi kullanıyor Kıbrıs’ı” dedi. Mutluyakalı “Kıbrıs bütün uluslararası kriterlerin, standartların ve denetimlerin dışında. Hiç kimsenin tanımadığı bir yer halinde. Hukukunu, kurallarını tamamen yerel otorite hatta Türkiye koyuyor aslında. Türkiye; fiili olarak burada bir model kurdu ve bu uluslararası denetimin tümüyle dışında oluştu” ifadelerini kullandı.
Türkiye’nin Kıbrıs özelinde özel bir hassasiyete sahip olduğunu belirten Mutluyakalı “1974’ü hatırlatıyorlar ama buradaki ihaleleri kimse sorgulamıyor. Mesela Ercan Havaalanı Taş Yapı’ya verildi. Nasıl verildi, bunu kim ödedi, ne kadar ödedi? Hiçbiri yok” dedi. Mutluyakalı ayrıca Lefkoşa’da 2022 yılında yapımına başlanan 639 bin 475 metrekarelik alan üzerine kurulu KKTC Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’nin 3 Mayıs’ta Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından açılacağını hatırlattı ve “Oranın mimarı nereden bulundu, projesi nereden çıktı, ihalesine niye bu kadar çok para ödendi? Niye hiç kimsenin tanımadığı bir ülkeye İsviçre standartlarında bir bina yapıldı? Bunlar sorulmadı bile” ifadelerini kullandı.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde bir başörtülü kızımıza yapılan hadsizliği duydum. Bununla ilgili olarak da gerekli mesajı inşallah vereceğim” sözlerinin Kıbrıs’taki yankılarına dair konuştuğumuz Mutluyakalı “Daha çok yeni ama çok tepki gördü. Zaten burada her gün eylem var. Bu bir sorun değildi aslında, bilinçli olarak iki sebeple gündeme getirdiler. Hem başörtüsü üzerinden siyasi İslam meselesini okullarda serbestleştirmek için, hem de seçimler öncesinde toplumu bölmek ve cepheleştirmek için…”
Eskiden Erdoğan’la restleşmenin Türkiye ile restleşme gibi algılandığını ancak bugün bu algının kırıldığını söyleyen Mutluyakalı “Artık Türkiye’yle Erdoğan aynı yerde görülmüyor. Erdoğan Kıbrıs için de Türkiye’yi temsil etmiyor artık. Artık Erdoğan’la ayrışmak, Türkiye’yle ayrı düşmek değil. Çünkü Erdoğan Türkiye değil artık.”
https://acikgazete.com/tasari-ile-kaynagi-bilinmeyen-paralar-kibrisa- sokulabilecek/
=======================
İmamoğlu’nun avukatı Mehmet Pehlivan, "Savunmayı hedef almak, adaletin kalbine saldırmaktır. Avukatların gözaltına alınması hukuk değil, açık bir hukuksuzluktur. Avukatlık suç değil, görevdir” dedi.
İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) iştiraki Kültür A.Ş.'deki usulsüzlük soruşturması kapsamında tutuklanan İBB Medya A.Ş. Yönetim Kurulu Başkanı Murat Ongun’un avukatı Serkan Günel, gözaltına alındı.
Ongun daha önce, İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu ile birlikte yürütülen soruşturma kapsamında tutuklanmıştı.
Avukatları, tutuklamanın hukuka aykırı olduğunu savunarak İstanbul 5. Sulh Ceza Hakimliği’ne itiraz dilekçesi sunmuş, iddiaların somut delillere dayanmadığını belirtmişti.
Avukat Serkan Günel, sabah saatlerinde sosyal medya hesabından yaptığı paylaşımda gözaltına alındığını duyurdu.
Günel paylaşımında, “İBB’ye yönelik operasyonda Murat Ongun’un müdafii olarak başladığım süreçte şu anda gözaltına alınıyorum. Savunma susturulamaz! Gerçekler er ya da geç ortaya çıkar!” ifadelerine yer verdi.
İmamoğlu’nun avukatı Mehmet Pehlivan da yaptığı açıklamada, “Meslektaşlarımız Av. Serkan Günel ve Avukat Kazım Yiğit Akalın bu sabah gözaltına alındı. Savunmayı hedef almak, adaletin kalbine saldırmaktır. Avukatların gözaltına alınması hukuk değil, açık bir hukuksuzluktur. Avukatlık suç değil, görevdir” dedi.
=======================
24-Nisan-2025
https://www.veryansintv.com/wp-content/uploads/2025/04/yurukel-2.jpg
1915 yılı, Osmanlı İmparatorluğu’nun siyasi, askerî ve toplumsal açıdan en çalkantılı dönemlerinden biridir. Bir yanda I. Dünya Savaşı’nın getirdiği cephe baskıları, diğer yanda iç güvenlik tehditleri ile karşı karşıya kalan Osmanlı Devleti, doğu vilayetlerinde yaşanan Ermeni isyanları karşısında 27-Mayıs-1915 tarihli Sevk ve İskân Kanununu yürürlüğe koymuştur. Bu kanun, modern tarih yazımında hem içerik hem de sonuçları açısından büyük tartışmalara neden olmuş; emperyalistler ve onlara bağlı güçlere göre “soykırım” , Osmanlı devletine göre ise “zorunlu göç ve güvenlik tedbiri” olarak değerlendirilmiştir.
Osmanlı Devleti’nin 1915’te uyguladığı sevk ve iskân politikasının, uluslararası hukuka aykırı olmayan, savaş şartlarının gerektirdiği geçici ve zorunlu bir güvenlik önlemi olduğudur. Bu politikanın soykırım kastıyla değil, ayrılıkçı hareketlerin ve dış müdahalelerin yarattığı tehdit ortamında, devletin bekasını ve cephe gerisini koruma amacıyla uygulandığı açıkça görülmektedir.
Osmanlı İmparatorluğu, yüzyıllar boyunca çok uluslu ve çok dinli yapısını “millet sistemi” aracılığıyla sürdürmüştür. Bu sistem, gayrimüslim cemaatlere inançlarını yaşama ve iç işlerinde özerklik tanıyarak asgari düzeyde bir toplumsal barış sağlamıştır. Ermeni cemaati bu çerçevede “Millet-i Sadıka” olarak anılmış ve devletle uzun süre uyum içinde yaşamıştır (Sonyel, 1983).
Ancak 19. yüzyılın ikinci yarısında artan milliyetçi hareketler ve Batı’nın Osmanlı üzerindeki müdahaleleri, bu dengeyi bozmuştur. Berlin Antlaşması (1878) ile Ermenilerin “korunması” adı altında Batılı devletlerin müdahalesi meşrulaşmış; bu durum Osmanlı topraklarındaki Ermenileri Batı emperyalizminin nüfuzu altına sokmuştur.
Ermeni milliyetçiliği, Rusya ve Avrupa’da eğitim gören entelektüel kesimin etkisiyle şekillenmiş ve kısa sürede silahlı örgütlenmelere dönüşmüştür. Hınçak (1887) ve Taşnak (1890) partileri, ayrılıkçı bir çizgide Osmanlı topraklarında isyanlar çıkarmaya başlamıştır. Bu örgütler, özellikle Doğu Anadolu’da Müslüman köylere karşı saldırılar düzenlemiş; 1890 Erzurum, 1895 Zeytun ve 1905 Sultan II. Abdülhamid’e suikast girişimi gibi olaylar, silahlı eylemlerin boyutunu göstermektedir (McCarthy, 2001).
Bu örgütler sadece ayrılıkçı taleplerle değil, etnik çatışmayı körükleyen ideolojileriyle de dikkat çekmiştir. Kaynaklara göre 1914’e gelindiğinde Taşnak örgütü, Rusya ile aktif iş birliği içindeydi ve Osmanlı’ya karşı savaşta gönüllü Ermeni birlikleri oluşturulmuştu (Erickson, 2009).
Osmanlı’nın I. Dünya Savaşı’na girmesiyle birlikte Doğu Anadolu, stratejik ve etnik çatışmaların yoğunlaştığı bir cephe haline gelmişti. Rus ordusunun Doğu Anadolu’ya ilerleyişinde, Ermeni gönüllü alayları aktif olarak yer almıştı. Bu alaylar, Osmanlı cephe gerisinde köy baskınları, sabotajlar ve ayaklanmalarla askeri lojistiği tehdit etmeye başlamıştı (Shaw, 1977).
Van Ayaklanması (Nisan 1915), bu tehdidin doruk noktasıydı. Ermeni çeteleri, Rus ordusuyla iş birliği içinde Van vilayetini ele geçirerek Osmanlı idaresini fiilen sona erdirdi. Bu olay, Osmanlı hükûmeti açısından doğrudan bir güvenlik tehdidi olarak değerlendirildi. Aynı dönemde Bitlis, Muş, Erzurum ve Sivas gibi bölgelerde de benzer isyanlar kayda geçmiştir.
27-MAYIS-1915 SEVK VE İSKAN KARARNAMESİ VE 1 HAZİRAN TEHCİR KANUNU’NUN YASALAŞMASI
Bu ortamda, 27-Mayıs-1915 tarihli Sevk ve İskân Kararnamesi, askeri ve lojistik gerekçelerle Ermeni nüfusun savaş bölgelerinden sevk edilmesini öngördü. 1 Haziran 1915’te çıkan Tehcir Kanunu (resmî adıyla “Geçici Kanun” ), bu kararnamenin yasal dayanağını oluşturdu. Kanunun amacı, cephe gerisinde Osmanlı ordusunun güvenliğini sağlamak ve halklar arası çatışmaları önlemektir.
Tehcir, keyfî bir uygulama değil; harp koşullarında devletin meşru müdafaa hakkına dayalı bir düzenleme olarak yapılmıştır. Ayrıca, tehcir edilen nüfus için konut, sağlık hizmeti, iaşe ve iskân planları yapılmış, uygulamada hatası tespit edilen görevliler mahkemeye çıkarılmıştır (BOA. DH. ŞFR., nr. 54/270).
Uluslararası hukukta, savaş dönemlerinde tehcir benzeri tedbirlerin alınabileceği kabul edilmektedir. Özellikle Lahey Sözleşmeleri (1907) ve sonraki dönemdeki örneklerde, devletin güvenliğini sağlama yetkisi meşru sayılmıştır. Nitekim Tehcir Kanunu, yalnızca Ermenilere değil, isyan eden ya da cephe güvenliğini tehdit eden tüm unsurlara yönelik olarak uygulanmıştır.
Ayrıca, Tehcir’in ardından iki ayrı dönüş izni verilmiş ve pek çok Ermeni tekrar memleketlerine dönebilmiştir. Bu da, politikanın “nihai çözüm” amaçlı değil, geçici ve güvenlik temelli olduğunu gösterir (Sonyel, 1983).
Bununla birlikte, 1923’te Taşnak Partisi’nin Bükreş Kongresi’nde sunulan Ohannes Kaçaznuni Raporu, Ermeni siyasal hareketlerinin emperyalizmle iş birliği yaptığını ve hatalı davrandığını açıkça ifade eder:
“ Osmanlı devleti haklıydı. Biz yanlış yaptık. Emperyalizmin vaatlerine kandık. Kendi gücümüzü abarttık. Osmanlı yalnızca vatanını savundu.”
(Kaçaznuni, 1923 Bükreş Raporu)
Bu beyan, olayların “katliam” ya da “soykırım” olarak tanımlanamayacağını, dönemin karmaşık siyasal ve askeri koşulları içinde çok boyutlu bir çatışma ortamı yaşandığını göstermektedir.
1914’te Osmanlı’nın savaşa girmesiyle birlikte, Kafkasya kökenli Ermeniler başta olmak üzere çok sayıda Ermeni gönüllü, Rus ordusunun safına katılmıştır. General Andranik Ozanyan komutasındaki birlikler, Van, Erzurum, Bitlis ve Muş bölgelerinde Osmanlı’ya karşı silahlı mücadeleye girişmiştir (Erickson, 2009). Bu durum, Osmanlı yönetimi açısından iç ve dış tehdidin kesiştiği bir tablo yaratmıştır.
Ermeni gönüllü birlikleri yalnızca savaşta değil, cephe gerisinde de Osmanlı lojistik hatlarına saldırmış, Müslüman köylere baskınlar düzenlemiş ve asayişi tehdit eden bir iç isyan mekanizmasına dönüşmüştür. Osmanlı Genelkurmay belgelerine göre, bu birliklerin faaliyetleri sistematik ve geniş çaplıdır (ATASE Arşivi, Harp Tarihi Belgeleri, Kls. 1/2, D. 45).
En çarpıcı örneklerden biri Van Ayaklanmasıdır. Nisan 1915’te Taşnak komiteleri, Osmanlı yönetimini kentten çıkarmış ve Ruslarla koordineli bir şekilde Van’ı ele geçirmiştir. Bu, sadece bir isyan değil; fiilî bir istila ve ayrılma girişimidir. Takiben Van Vilayeti’nde binlerce Müslüman sivil katledilmiş; şehir Rus ordusuna teslim edilmiştir (McCarthy, 2001).
Van dışında Bitlis, Erzincan, Diyarbakır gibi bölgelerde de irili ufaklı ayaklanmalar yaşanmış; Ermeni çeteleri silahlandırılarak Osmanlı iç güvenliğini doğrudan tehdit etmiştir. Osmanlı yönetimi, bu durumu askeri ve siyasi bütünlüğe yönelik bir isyan olarak görmüş, buna karşılık olarak cephe gerisinde Ermeni nüfusu tehcir etme kararı almıştır.
Tehcir, etnik ya da dini bir temizlik amacıyla değil; isyana karışan ve cephe gerisinde güvenlik zaafı yaratan unsurların geçici olarak sevk edilmesi amacıyla yürütülmüştür. Bu durum, 1915’te çıkarılan geçici kanunun içeriğinde ve uygulamada yapılan ayrımlarda açıkça görülür.
Örneğin:
• Tehcir edilmeyen vilayetler arasında İstanbul, Edirne ve Batı Anadolu illeri vardır.
• Ermeni Katolik ve Protestan cemaatlerin bazı mensupları muaf tutulmuştur.
• Tehcir edilenlerin iaşe, iskân ve sağlık koşullarıyla ilgili birçok emir verilmiş; yanlış uygulamalar yapan memurlar Divan-ı Harb’e sevk edilmiştir (BOA. DH. EUM. 2. Şb., nr. 68/17).
İttihat ve Terakki yönetimi, karar sürecinde askerî kurmay heyeti ve valiliklerden gelen istihbarat raporlarına göre hareket etmiştir. 26-Mayıs-1915’te alınan karar, Enver Paşa, Talat Paşa ve Cemal Paşa’nın ortak değerlendirmesiyle güvenlik eksenli bir geçici çözüm olarak yürürlüğe konmuştur.
Belgeler, tehcirin planlı bir “imha” değil, kontrol altına alınamayan bir cephe gerisi tehdidine karşı alınmış bir askerî zorunluluk olduğunu göstermektedir. Bazı bölgelerde yaşanan ölümler, açlık, salgın ya da aşiret saldırıları nedeniyle olmuştur ancak bu durum, devletin resmi politikasının “yok etme” olduğu anlamına gelmez (Lewy, 2005).
Tehcir sürecinde yaşanan ölümler, sıklıkla tek taraflı olarak değerlendirilse de karşılıklı etnik çatışmalar söz konusudur. Ermeni çetelerinin yaptığı saldırılarda, Osmanlı belgelerine göre 500.000’e yakın Müslüman sivil (Türk ve Kürt) hayatını kaybetmiştir. Bu olaylar, çoğunlukla Rus işgali altındaki bölgelerde yaşanmış, Ermeni milis güçlerinin kontrolündeki yerleşimlerde sivil katliamlar yapılmıştır (McCarthy, 2001).
Bu yönüyle, yaşananlar bir “soykırım” değil; karşılıklı müdahalelere dayalı bir etnik çatışma ortamıdır. Bu ortamda Ermeni nüfusun sevk edilmesi, Osmanlı Devleti için zorunlu bir savunma refleksi olmuştur.
1915 Tehciri, Osmanlı coğrafyasının sosyolojik yapısında önemli bir değişim yaratmıştır. Ermeni nüfus, özellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da azalırken, bu bölgelerde boşalan yerler devlet kontrolünde iskân edilen, Arap yarımadasından Irak’tan, Kafkasya’dan, Balkanlardan katliam ve soykırımdan kaçan Müslüman muhacirlerle doldurulmuştur. Tehcir sürecinde yaşanan ölümler büyük ölçüde salgın hastalıklar, iklim koşulları, istenmeyen yol güvenliği zaafları ve eşkiya-çete saldırılarından kaynaklanmıştır (Sonyel, 1983).
Ayrıca, tehcir edilenler için hükümet, yerleşim, sağlık, yiyecek, güvenlik ve ulaşım konularında çeşitli düzenlemeler yapmıştır. Bu konudaki emirler resmi yazışmalarla belgelenmiştir (BOA. DH. EUM. 2. Şb. 68/68). Hata yapan memurlar ve yetkililer hakkında soruşturmalar başlatılmış, bazıları cezalandırılmıştır (BOA. DH. ŞFR., nr. 54/270).
Tehcir edilen Ermenilere iki kez dönüş hakkı tanınmıştır: ilki Mondros Mütarekesi sonrası (1918), ikincisi ise Lozan Antlaşması çerçevesinde (1923 sonrası). Bu da uygulamanın nihai bir yok etme planı değil, geçici bir güvenlik tedbiri olduğunu ortaya koymaktadır.
Tehcir sırasında Batı basınında ve özellikle ABD kamuoyunda, kendi İşbirlikçileri olan Ermeniler lehine büyük bir propaganda başlatılmıştır. ABD’nin İstanbul Büyükelçisi Henry Morgenthau’nun anıları (1918), bu anlatımın merkezini oluşturmuştur. Ancak bu metin, kendi gözlemlerinden çok, misyonerlerin ve Ermeni kaynaklarının aktardığı duyumlara dayalıdır. Morgenthau’nun kitabının büyük bölümü, Amerikalı yazar Burton Hendrick tarafından kaleme alınmıştır (Lewy, 2005).
İngiltere ise Bryce Raporu ile istihbaratçı propaganda savaşını yürütmüştür. Ancak bu rapor da anonim tanık ifadelerine, teyit edilmemiş iddialara ve Ermeni yanlısı anlatımlara dayanmaktadır. Bu tür belgeler, dönemin istihbarat savaşının bir parçası olup, gerçekliği ispatlanmamış sözde “belge” kılıklı metinlerdir.
Tehcir sonrası “Ermeni diasporası”, özellikle ABD, Fransa ve Lübnan’da örgütlü emperyalistlerle birlikte gerçeklere dayanmayan bir anlatı inşa etmiştir. Bu anlatının temelinde Osmanlı’nın sözde “soykırım” gerçekleştirdiği iddiası vardır. Ancak bu anlatı, çoğu zaman 1915 olaylarının öncesini (isyancılık, emperyalist iş birlikleri, Van Ayaklanması gibi) göz ardı etmektedir.
Bu anlatının propagandif gücünü artıran bir unsur da, sözde “Ermeni soykırımını” tanıyan yasalar ve parlamentolar olmuştur. Ancak bunlar hukuki değil, siyasi kararlar niteliğindedir. Konuyla ilgili Uluslararası Adalet Divanı ya da başka bir yüksek mahkeme kararı yoktur.
1923 Lozan Antlaşması görüşmelerinde, Ermeni meselesi uluslararası gündeme getirilmiş, ancak Türkiye’nin hukukî savunması etkili olmuştur. İsviçre’deki görüşmelerde İsmet İnönü başkanlığındaki Türk heyeti, tehcirin bir soykırım değil, savaş şartlarında alınmış meşru bir tedbir olduğunu belirtmiş ve Ermenilerin “zorunlu göç” nedeniyle maddi olarak zarar görmesinin telafisi için yapılan düzenlemeleri ortaya koymuştur.
Nitekim Lozan Antlaşması, bu konudaki uluslararası anlaşmazlığı kapatmış ve Türkiye Cumhuriyeti’nin egemenliğini tanıyan temel belge olarak kabul edilmiştir. Lozan’da Ermeni taleplerine hiçbir şekilde yer verilmemiştir.
Birleşmiş Milletler’in 1948 tarihli “Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi”, soykırım suçunu kast, planlılık ve etnik temizlik unsurlarına dayandırır. Ancak 1915 Tehciri’nin bu kriterlere uygun olmadığı hukukçular ve tarihçiler tarafından sıklıkla belirtilmiştir (Erickson, 2009; Lewy, 2005).
Zira:
• Osmanlı’nın 1915’te böyle bir kastı olduğuna dair resmi belge yoktur.
• Tehcir kararı geçici ve askeri gerekçelere dayalıdır.
• Karşılıklı öldürme eylemleri, çoğu zaman devlet kontrolü dışında gerçekleşmiş ve suçlular cezalandırılmıştır.
Ayrıca, Ermenistan’ın ilk Başbakanı Ohannes Kaçaznuni’nin 1923 Bükreş Raporu, bu argümanları doğrular niteliktedir:
“ Yanıldık. Osmanlı devleti vatanını savundu. Biz emperyalizmin oyuncağı olduk. Halkımızın acıları bu stratejik hatanın sonucudur.”
(Kaçaznuni, 1923 Bükreş Kongresi Raporu)
Bu rapor, Ermeni siyasi önderliğinin bile Osmanlı’nın tutumunu anlayışla karşıladığı ve olayları o zamanda geçici tehciri “soykırım” olarak görmeyip, bir iç savaş ve dış müdahale ortamı içinde değerlendirdiğini göstermektedir.
1915 Tehcir Kanunu ve uygulamaları, tarihsel gerçekliğin hem siyasallaştığı hem de uluslararası platformda hukuki tartışmalara konu olduğu çetin bir meseledir. Bu anlamda, Tehcir’in yalnızca sonuçlarıyla değil, aynı zamanda nedenleri ve tarihsel bağlamıyla birlikte ele alınması gerektiği önemlidir.
Osmanlı Devleti, Birinci Dünya Savaşı gibi büyük bir küresel kriz içinde, cephe gerisinde yaşanan iç isyanlara, dış destekli ayrılıkçı faaliyetlere ve doğrudan Rus ordusuyla iş birliği yapan Ermeni silahlı çetelerine karşı geçici ve yer değiştirmeye dayalı bir güvenlik politikası uygulamıştır. Bu bağlamda, 27-Mayıs-1915 tarihli Sevk ve İskân Kanunu, soykırım kastıyla değil, devletin bekası, iç güvenliğin sağlanması ve savaş stratejisi kapsamında alınmış uluslararası hukuka uygun bir tedbirdir.
Tehcir sürecinde yaşanan trajedilerin önemli bir kısmı, merkezi otoritenin denetim yetersizliğinden, çete-aşiret-eşkiya saldırılarından, hastalıklardan ve istenmeyen lojistik zafiyetlerden kaynaklanmıştır. Devlet, birçok belgede görüldüğü üzere, tehcir edilenlerin yaşam koşullarını düzenleme, mallarını koruma ve sorumluluğu suistimal eden memurları yargılama yoluna gitmiştir. Ayrıca, Ermenilere dönüş hakkı iki defa tanınmıştır ki bu durum, bu göç politikasının nihai ve kalıcı bir yok etme hedefi taşımadığını açıkça ortaya koymaktadır.
Soykırım iddialarının Batı kamuoyunda bu denli yaygınlaşmasında, yanlı ve kurgulanmış ABD misyoner raporları, İngiliz istihbaratı tarafından yönlendirilen Bryce Raporu, Henry Morgenthau gibi diplomatların ard niyetli sübjektif anlatıları ve “diaspora” tarafından inşa edilen travma temelli propaganda söylemleri önemli rol oynamıştır. Ancak, Ermenistan’ın ilk Başbakanı Kaçaznuni’nin 1923 Bükreş Raporu, olayların iç yüzünü ortaya koyarak, Osmanlı’nın tutumunun savunma temelli olduğunu ve Ermeni siyasi elitinin emperyalist güçlere aldanarak tarihi bir hata yaptığını itiraf etmektedir.
Uluslararası hukuka göre bir olayın “soykırım” olarak tanımlanabilmesi için, kasten, planlı ve sistematik bir imha niyetinin mevcut olması gerekmektedir. Eldeki belgeler, Osmanlı Devleti’nin böyle bir niyetle hareket ettiğini doğrulamak bir yana, aksini ortaya koymaktadır. Dolayısıyla 1915 Tehciri, bir “soykırım” değil, devletlerin savaş koşullarında uluslararası hukuk çerçevesinde alma hakkına sahip olduğu bir güvenlik ve sevk tedbiridir.
Tarihin adil bir şekilde yorumlanabilmesi için, yalnızca belli bir tarafın acılarına odaklanmak değil; karşılıklı kayıpları, nedenleri, bağlamı ve zamanın ruhunu dikkate almak gerekir. Bu yüzden bu konuda da, sürekli sadece hakikati aramak, geçmişi yargılamak değil; geçmişten ders çıkararak daha sağlam bir tarihsel bilinç inşa etmeyi yeğlemenin daha doğru olduğunu kabul etmek gerekmektedir.
Kaynakça:
• BOA Belgeleri (Başbakanlık Osmanlı Arşivi): DH. ŞFR., DH. EUM., nr. 54/270.
• ATASE Belgeleri, Harp Tarihi Arşivi.
• Bryce Raporu, 1916.
• Edward J. Erickson, Ottoman Army Effectiveness in World War I, 2009.
• Edward J. Erickson, Ordered to Die: A History of the Ottoman Army in the First World War, 2001.
• Guenter Lewy, The Armenian Massacres in Ottoman Turkey: A Disputed Genocide, 2005.
• Henry Morgenthau, Ambassador Morgenthau’s Story, 1918.
• Justin McCarthy, Death and Exile: The Ethnic Cleansing of Ottoman Muslims, 1995.
• Justin McCarthy, The Ottoman Peoples and the End of Empire, 2001.
• Ohannes Kaçaznuni, Taşnak Partisi’nin Artık Yapacak Bir Şeyi Yok, Bükreş, 1923.
• Salahi Sonyel, The Armenians in the Ottoman Empire and Modern Turkey, 1983.
• Salahi Sonyel, The Ottoman Armenians, 1983.
• Stanford Shaw, History of the Ottoman Empire and Modern Turkey, 1977.
=======================
24-Nisan-2025
Ermenistan 24-Nisan-1915 olaylarını bu yıl Başbakan Nikol Paşinyan’ın başlattığı “soykırım” tartışmalarının gölgesinde anacak.
Paşinyan, ülkenin “soykırım” stratejisinin değişmesi gerektiğini savunurken muhalefet bu yılki anma törenlerinin düşük seviyede olduğunu söylüyor, Paşinyan hükümetini “soykırımı” önemsiz göstermeye çalışmakla suçluyor.
Ermenilerle birlikte dünyada pekçok ülke her yıl 24 Nisan’da Osmanlı Devleti’nin son yıllarında yaşanan Ermeni ölümlerini “soykırım” olarak anıyor.
Türkiye ise Birinci Dünya Savaşı sırasında yaşanan olayları kabul etmekle birlikte bunun “soykırım” olarak tanımlanamayacağını savunuyor.
1915 olaylarının farklı yorumlanması Ankara ve Erivan arasında da sorun olmaya devam ediyor.
Ancak Paşinyan’ın son aylarda “soykırımı” tartışmaya açması 110. yıl anma törenlerini geçmişe oranla farklılaştırdı.
Paşinyan, Ocak ayında “Ermeni Soykırımı tarihini yeniden incelemeli, ne olduğunu, neden olduğunu, nasıl algıladığımızı ve kimin üzerinden algıladığımızı anlamalıyız” açıklamasını yaptı.
Mart ayında da Erivan’da bir grup Türk gazeteciye “Resmi tutumumuz, Ermeni Soykırımı’nın uluslararası alanda tanınmasının bugün dış politika önceliklerimiz arasında yer almadığıdır” açıklamasını yaptı.
Paşinyan’ın bu yorumları, milliyetçi kesimler başta olmak üzere ülkedeki muhaliflerden büyük tepki çekti.
Muhalafet partileri, Paşinyan’ı Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve Azerbaycan Devlet Başkanı İlham Aliyev’in siyasi ortağı olmakla suçladılar.
Paşinyan’ın tutumu anma törenlerinin arifesinde de tartışma konusu olmaya devam etti.
Ermenistan Parlamentosu’nda 22 Nisan’da yaşanan fiziksel kavga konunun ülkede yarattığı kutuplaştırmayı göstermesi açısından önemli oldu.
Muhalefet partilerinin soykırımının inkarını suç sayan bir yasa tasarısını sunması ve Paşinyan’ın liderliğindeki iktidarın bunu reddetmesi milletvekilleri arasında itişmelere neden oldu.
Siyasi tartışmalara rağmen 24 Nisan’ın 110. yılına ilişkin anma törenleri geçen haftadan itibaren başladı.
Ermenistan’da anma törenlerinin kalbi Tsitsernakaberd olarak bilinen “Ermeni Soykırımı Anma Kompleksi”.
Her sene ülkenin siyasi liderleri başta olmak üzere Ermenistan halkı büyük katılımla burada 1915 olaylarında yaşamını yitirenleri anıyor.
Bu seneki törenlere de geniş katılım bekleniyor. Ancak resmi programın nasıl şekilleneceği öngörülemiyor.
23 Nisan itibariyle Başbakan Paşinyan’ın törene gidip gitmeyeceği henüz belli değildi.
Ermenistan’ın muhalif Hraparak gazetesi Paşinyan’ın Tsitsernakaberd’a yalnızca kısa bir protokol ziyareti yapacağını yazdı.
Gazete, geçmiş yılların aksine devletin üst seviyelerinde etkinlikler planlanmadığını, resmi haber sitelerinin de “sessiz” olduğunu aktardı.
Hraparak, Paşinyan hükümetini “soykırımı” önemsiz göstermeye çalışmakla suçladı.
https://www.bbc.com/turkce/articles/c078j512058o
https://acikgazete.com/ermenistan-soykirimi-tartisiyor/
=======================
Paşinyan, “Bu trajediyi yaşamak, böyle ifade edilip edilmediğinden bağımsız olarak son yüzyıldan fazla süredir ulusal gündemimizin temel konularından biridir" dedi.
Ermenistan Başbakanı Nikol Paşinyan, Ermeni Soykırımı’nın 110. yılı dolayısıyla yayımladığı mesajda, 1915’te Osmanlı İmparatorluğu döneminde yaşanan katliamların ve tehcirin, Ermeni halkının hafızasında derin izler bıraktığını belirterek, bu trajedinin yalnızca ulusal değil, aynı zamanda ailevi ve kişisel bir dram olduğunu vurguladı.
► Paşinyan’ın mesajı şöyle:
"Sevgili halkımız, Ermenistan Cumhuriyeti’nin değerli vatandaşları,
► Bugün Ermeni Soykırımı’nın masum kurbanlarını anıyoruz. Onlar, 1915 yılından itibaren yoğunlaşan katliamların ve kitlesel tehcirlerin kurbanı oldular. Osmanlı İmparatorluğu’nun son döneminde meydana gelen bu olaylar, her bir Ermeni’nin ruhunda ve bilincinde derin izler bırakmıştır. Ermenistan’ın birçok vatandaşı için soykırım sadece ulusal değil, aynı zamanda ailevi ve kişisel bir trajedidir.
► Bu trajediyi yaşamak, böyle ifade edilip edilmediğinden bağımsız olarak son yüzyıldan fazla süredir ulusal gündemimizin temel konularından biridir.
► Bu gündem üzerine hükümetin ve şahsen benim düşüncelerim ve değerlendirmelerim şuna varıyor: Gelişmiş, egemen, güvenli, yani sınırları belirlenmiş ve çizilmiş bir Ermenistan Cumhuriyeti, Büyük Felaket’in trajedisini yaşamanın yoludur. Bu, halkımızın tüm fedakârlıklarına ve kurbanlarına sadakatimizin teminatıdır.
► Devlet ve ulusal çıkarlar, uluslararası alanda tanınan topraklarla Ermenistan Cumhuriyeti, komşularla normalleşmiş ilişkiler, açık sınırlar, barış, çalışma, refah, özgür ve korunmuş vatandaşlık: İşte Ermeni Soykırımı kurbanlarının anısını kimlerin ve nasıl yaşatması gerektiği ve işte Soykırımı nasıl atlatmamız gerektiği…
► Biz bu yoldan ilerliyoruz çünkü tarihin bize gönderdiği mesajı bu şekilde anlıyoruz, çünkü her birinizin, Ermenistan Cumhuriyeti’nin her bir vatandaşının kalbinin güçlü çarpıntısını bu şekilde algılıyoruz. Bu çarpıntı hiçbir televizyonda yayınlanmıyor, hiçbir sosyal medyada ifade edilmiyor ama Ermenistan Cumhuriyeti’nde halkın oyu ile şekillenen iktidar çoğunluğu tarafından ve şahsen benim tarafımdan duyuluyor.
► Bu yoldan ilerlemek iyimserlik ya da kötümserlik meselesı değil, Ermenistan Cumhuriyeti’nin, vatan-devletimizin sürekliliğini sağlama bir misyon meselesidir. Ve biz, ağır sınavlar ve trajedilerden geçerek, bu fırsatı hak ettik ve bu fırsat kaçırılmamalıdır. Eminim ki biz, halk ve onun seçtiği yöneticiler, şehitlerimiz ve gelecek nesillerimiz uğruna bu fırsatı kaçırmayacağız,
► Şehitlerimize şükran ve yaşasın Ermenistan Cumhuriyeti!"
=======================
DSG Genel Komutanı Mazlum Abdi, Erbil’de Fransa Dışişleri Bakanı Jean-Noel Barrot ile görüşü. Görüşmede Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetimi’nden İlham Ehmed de yer aldı. Görüşmeye dair açıklama yapan Barrot, ’Suriye’deki geçiş sürecinde Kürtlerin hakları tam olarak dikkate alınmalıdır!’ dedi.
24-Nisan-2025
Artı Gerçek - Demokratik Suriye Güçleri (DSG) Genel Komutanı Mazlum Abdi ile Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetimi Dış İlişkiler Dairesi Eşbaşkanı İlham Ehmed, Fransa Dışişleri Bakanı Jean-Noel Barrot ile Erbil’de bir araya geldi.
Görüşmede, bölgedeki gelişmeler, Suriyeli taraflar arasında diyalog ve Fransa’nın siyasi çözüme dair rolü ele alındı.
Fransa Dışişleri Bakanı Jean-Noel Barrot, Irak Federe Kurdistan Bölgesi’ne dün (23 Nisan) ulaşan Barrot bir dizi temaslarda bulundu.
Irak Kürdistan Bölgesi Başkanı Neçirvan Barzani ve Başbakan Mesrur Barzani ile görüştü.
Fransa Dışişleri Bakanı Jean-Noel Barrot, Abdi ile yaptığı görüşme sonrası X hesabından paylaşım yaptı. Barrot, X hesabında Mazlum Abdi ile görüşmesinin fotoğrafını paylaşarak, “Demokratik Suriye Güçleri’nin başındaki General Mazlum ile DAİŞ’e karşı on yıldır omuz omuza savaşıyoruz” diye yazdı.
Barrot, “Suriye’deki geçiş sürecinde Kürtlerin hak ve çıkarları tam olarak dikkate alınmalıdır!” dedi.
Barrot, Erbil’de Irak Federe Kürdistan Bölgesi Başkanı Neçirvan Barzani, Kürdistan Demokrat Partisi (KDP) Genel Başkanı Mesut Barzani ve Kürdistan Bölgesi Başbakanı Mesrur Barzani ve Kürdistan Yurtseverler Birliği (YNK) Genel Başkanı Bafil Talabani ile yaptığı görüşmelerin fotoğraflarını da paylaştı.
Fransa Dışişleri Bakanı, “Fransa, özgürlük için ve terörizm karşısında Irak Kürtleriyle omuz omuzadır. Dayanışmamız tamdır” diye yazdı.
Öncesinde Barrot, Irak’ın başkenti Bağdat’a ziyaret gerçekleştirdi. Barrot, Iraklı mevkidaşı Fuad Hüseyin ile görüşmüş, görüşmenin ardından yapılan ortak basın toplantısında Fransa’nın IŞİD’e karşı Uluslararası Koalisyon’daki rolüne dikkat çekilmişti.
Öte yandan DEM Parti, DBP ve HDK'den oluşan bir heyet de Erbil’de giderek siyasi parti ve sivil toplum örgütleri ile bi dizi görüşme gerçekleştirmiş ve ziyaretlerini dün noktalamıştı. (DIŞ HABERLER)
=======================
Rümeysa olayı da kafiye tutturdu. Filler çarpışıyor, otlar eziliyor. Ülke itibarlarını ayrıca hiç konu etmeyelim isterseniz.
24-Nisan-2025
Kısaca hatırlayalım:
Rümeysa Öztürk, Boston’daki Tufts Üniversitesi’nde Fullbright bursuyla doktora yapmakta olan başörtülü bir Türkiyeli öğrenci. Geçtiğimiz 25 Mart akşamı iftar için arkadaşlarıyla buluşmaya giderken sokakta yüzleri maskeli altı kişi tarafından aniden çevrilip derdest ediliyor.
Bu kişiler kıza Göçmenlik ve Gümrük Muhafaza Dairesi (ICE) görevlisi kimliklerini ancak kelepçeyi geçirdikten sonra çıkarıp gösteriyorlar. Rezaletin bu kadarı Türkiye’de bile olmaz.
https://edition.cnn.com/2025/03/27/us/rumeysa-ozturk-detained-what-we- know/index.html
* *
Açıklanan gerekçe: Rümeysa’nın, Filistin’deki mezalimini görmezden gelen üniversitesini eleştiren bir köşe yazısını öğrenci gazetesine yazmış olması. Rezaletin bu kadarı da Türkiye’de bile nadiren görülür.
Trump’ın dışişleri bakanı M. Rubio, kefaletle tahliye talebi de reddedilen Rümeysa’nın öğrenci vizesinin iptal edildiğini, bu durumdaki bir kişinin artık ülkedeki yasal durumunu yitireceği için sınır dışı edileceğini açıklıyor. Gerekçe: “Bir öğrenci ABD’de eğitim amacıyla vize alır ama burada kaos yaratmaya yönelik faaliyetlere katılırsa, bu vizenin iptali kaçınılmaz olur.”
https://www.dha.com.tr/dunya/abd-disisleri-bakani-rubiodan-rumeysa- ozturk-aciklamasi-2608918
"Hamas destekçisi” ve “[İsrail karşıtı] deliler” olarak tanımladığı 300’den fazla yabancı öğrencinin vizesinin iptal edildiğini de sözlerine ekliyor bakan.
https://gazeteoksijen.com/dunya/rumeysa-ozturkun-kefaletle-birakilma- talebine-ret-240007
* *
Bu kefaletle tahliyenin reddi olayı normal olarak ABD gibi bir ülkede nadir görülür. Geçen haftaki yazımda da değinip geçtiğim gibi Trump, ABD tarihinin sabıka fotoğrafı çekilen ilk başkanı olarak 200.000 dolar kefalet karşılığı tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakılmış birisi.
https://baskinoran.com/erdogan-ile-trump/
Yine de, Trump’ın bin türlü rezaletine karşı yeterince harekete geçmeyen ABD yargı sistemi tamamen susturulamamış olacak ki, (siyahi kadın) federal yargıç Denise Casper Rümeysa’nın sınır dışı edilmesini durduruyor.
(Hindistan kökenli) Rektör Sunil Kumar da mahkemede yaptığı açıklamada, Öztürk’ün tutuklanmasının "okulun uluslararası topluluğunu felç ettiğini" ve artık okulun güvenliği konusunda endişe duyduklarını söylüyor.
https://en.wikipedia.org/ wiki/Sunil_Kumar_(academic_administrator
Chuffed adlı sivil toplum kuruluşu olayı ayrıntısıyla anlatan bir bildiriyi 31 Mart’ta ilan ediyor. Rümeysa’nın “polis olduklarını iddia eden ICE ajanları” tarafından sokakta yakalanışının videosunu yayınlıyor. Dostlarının yardımını alamasın diye bin milden fazla uzaklıktaki Louisiana eyaletine Trump yönetimi tarafından nakledilmesini kınıyor. Ve Rümeysa’nın savunulması için bağış kampanyası açıyor.
https://chuffed.org/project/justice-for-rumeysa-ozturk
Boston Üniversitesi Profesörü Nathan Philips, üniversitenin kent merkezinde bulunan odasının camına “Free Rümeysa” diye (ü harfinin noktalarını da koyarak) koca bir pankart asıyor. Pankartın üniversite yönetimi tarafından bikaç kere indirilmesi üzerine de kıza destek için açlık grevine başlıyor. Derslerini aksatmamak için sadece sıvı ve elektrolit almayı sürdürerek.
* *
Özgür Özel CHP’nin Filistin’e destek yürüyüşüne polisin müdahale ettiğini de hatırlatarak Erdoğan’ın Rümeysa sessizliğini eleştiriyor:
"ABD'de Filistin davasına destek veren bir yazı yazdığı için 25 Mart’ta gözaltına alınan (…) Rümeysa Öztürk [konusunda] T. Erdoğan, 19 Mart darbesi için icazet aldığı ‘ortağı’ Trump olunca sesini çıkarmıyor, çıkaramıyor. Dün Trump’ın bir telefonuyla Rahip Brunson’u serbest bırakanlar bugün Rümeysa’nın özgürlüğünü talep edemiyor. Bu suskunluk, teslimiyettir.”
Dışişleri Bakanlığı açıklama yapıyor:
"Rümeysa Öztürk adlı vatandaşımızla ilgili gelişmeler, ilk günden bu yana yakından takip edilmektedir (…) yurt dışında zor durumda kalan tüm vatandaşlarımıza sunulan konsolosluk desteği Sayın Öztürk’e de ilk günden itibaren sağlanmıştır (…) Kamuoyunu kasıtlı biçimde yanıltmayı amaçlayan ve vatandaşımızın içinde bulunduğu durumu siyasete alet etmeyi hedefleyen bazı açıklamalar [yapılmıştır] (…) bundan sonra da [olay] Bakanlığımızın tüm imkanları kullanılarak yakından takip edilecek ve gerekli destek sağlanacaktır (…) [vizenin iptali konusunun] 1 Mayıs’ta" (…) [kefaletle serbest bırakılma konusunun ise] 9 Mayıs’ta [ele alınması beklenmektedir].
Necmettin Erbakan zamanında kurulan Milli Gazete yazıyor: “Nerede insan hakları? Nerede kadın hakları? Nerede öğrenci hakları? Söz konusu Müslümanlar olunca kaybolan haklar, hep ‘PAPAZLAR’ için mi geçerli?”
* *
Papaz? Onu da hatırlayalım.
ABD 'li Rahip Brunson,15-Temmuz-2016 tarihli acayip darbe girişiminin ardından Ekim 2016’da gözaltına alındığında 23 yıldır Türkiye’de yaşıyordu ve İzmir’de 25 kişilik bir Protestan cemaatine ait Diriliş Kilisesi’nin pastörüydü. Olay özetle şöyle gelişti:
'Milli güvenliği tehdit eden faaliyetlerde bulunduğu' suçlamasıyla, eşiyle birlikte sınır dışı edilmesine karar verilen Brunson bir gizli tanığın “casus” demesi üzerine PKK bağlantılı olmaktan tutuklandı. “Örgüte üye olmamakla birlikte örgüt adına suç işleme” ve “devletin gizli kalması gereken bilgileri siyasal veya askeri casusluk maksadıyla temin etmek”ten toplamda 35 yıla kadar hapsi talep edildi.
CB Erdoğan Eylül 2017’de takas teklif etti: “Diyorlar ki, filanca papazı bize verin. Bir papaz da sizde var. Siz onu bize verin, biz de size onu.” Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu da Washington’dan gelen çağrılara, hukuki sürece müdahale edilemeyeceğini söyleyerek yanıt verdi.
Trump’ın “Rahip Brunson Türkiye’de zulme uğruyor” demesinin hemen ardından19-Nisan-2018’de ilk yaptırım uyarısı geldi. ABD Dışişleri Bakan Yd. konuştu: “Brunson’ın serbest bırakılmaması halinde Türkiye için sonuçları olabilir” . ABD Senatosu Türkiye’ye uluslararası finans kurumlarınca kredi verilmesine engel olmak için harekete geçti.
25 Temmuz’da Brunson’ın durumu "sağlık sorunları" dikkate alınarak ev hapsine çevrildi. ABD bunun yeterli olmadığını açıkladı ve İçişleri Bakanı Süleyman Soylu ve Adalet Bakanı Abdülhamit Gül’ün ABD’deki mal varlıklarını dondurdu.
https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-45029793
Yapılan duruşmada Brunson "suç örgütüne üye olmamakla birlikte örgüte bilerek ve isteyerek yardım etme" suçundan 3 yıl 1 ay 15 gün hapse çarptırıldı ve yattığı süre göz önüne alınarak serbest bırakıldı. Hakkındaki ev hapsi ve yurtdışına çıkış yasağı da kaldırıldı. Eşiyle birlikte bir ABD askerî uçağıyla ülkesine döndü.
https://www.bbc.com/turkce/haberler-turkiye-45837467
* *
Brunson’un yargılanması saçmalığın dik âlâsıydı. Rümeysa olayı da kafiye tutturdu.
Filler çarpışıyor, otlar eziliyor. Ülke itibarlarını ayrıca hiç konu etmeyelim isterseniz.
https://artigercek.com/yazarlar/baskin-oran/rahip-brunson-ve-ogrenci- rumeysa-336046
=======================
AKP’li Akçakale Belediye Başkanı Abdülhakim Ayhan’ın, "husumet" gerekçesiyle Ekinyazı kırsal mahallesine hizmeti kestiği, taziye evinden bulunan klima ve halıları da geri aldığı iddia edildi.
23-Nisan-2025
Artı Gerçek - Urfa’nın Akçakale ilçesine bağlı Ekinyazı kırsal mahallesinde, yerel seçimlerin ardından belediye hizmetlerinin durdurulduğu iddia edildi. Mahalle sakinleri, Belediye Başkanı Abdülhakim Ayhan’ın seçim sürecinde yaşanan husumetler nedeniyle mahalleye yönelik tüm hizmetleri kestiğini öne sürdü.
İddiaya göre; AKP'li başkanın akrabaları ile mahallede bulunan başka bir aile arasında kavga çıktı ve 1 kişi hayatını kaybetti. Ayhan, seçimleri kazandıktan sonra söz konusu olayı gerekçe göstererek hizmeti durdurdu. Belediyeye ait çöp konteynerleri ile taziye evine ait halı ve klimalar da zabıta ve jandarma eşliğinde mahalleden çıkarıldı. Duruma tepki gösteren yurttaşlar, tüm mahallelinin cezalandırıldığına işaret etti. (MA)
=======================
Kuantum hesaplama alanında Japonya’dan önemli bir adım geldi: Fujitsu ve RIKEN, 256 kübit kapasiteli yeni bir süperiletken kuantum bilgisayarı tanıttı.
24-Nisan-2025
Japon teknoloji devi Fujitsu ve önde gelen araştırma enstitüsü RIKEN, kuantum hesaplama alanında önemli bir adım attı. İki kuruluş, 256 kübit kapasiteli süperiletken bir kuantum bilgisayarı geliştirdiklerini duyurdu.
RIKEN RQC-FUJITSU İşbirliği Merkezi bünyesinde bulunan bu yeni cihaz, yüksek yoğunluklu uygulama tekniklerini sunarak kuantum hesaplamanın sınırlarını genişletmeyi hedefliyor.
Yeni kuantum bilgisayar, Fujitsu ve RIKEN’in daha önce geliştirdiği 64 kübitlik modelin üzerine inşa edildi. Kübit sayısının dört katına çıkması, daha büyük moleküllerin analiz edilmesine, hata düzeltme algoritmalarının daha ileri seviyelere taşınmasına ve kuantum hesaplamanın pratik kullanım alanlarının genişletilmesine katkı sağlayacak.
Bu ilerleme, kuantum teknolojisinin teorik ve uygulamalı alanlarda daha güçlü hale gelmesi açısından kritik bir gelişme olarak görülüyor.
Fujitsu ve RIKEN, bu yeni kuantum bilgisayarı yalnızca kendi projeleri için kullanmakla sınırlı kalmayacaklarını belirtiyor. Dünya çapındaki şirketler ve araştırma enstitüleri bu gelişmiş sisteme erişebilecek. Planlamaya göre, bu erişim hakkı 2025 mali yılının ilk çeyreğinde sunulacak. Bu adım, küresel araştırma projelerinde kuantum hesaplamanın daha geniş ölçekli kullanılmasına olanak tanıyacak.
Bu gelişmiş kuantum bilgisayarın arkasındaki en önemli teknik ilerlemelerden biri, soğutma teknolojisindeki yenilikler oldu. Bildirildiğine göre, yüksek yoğunluklu uygulamalarla modern termal tasarım teknikleri entegre edilerek seyreltme soğutucusu aracılığıyla etkili bir termal yönetim sağlandı.
Bu yenilikler, kuantum bilgisayarların daha güvenilir ve stabil bir şekilde çalışmasını mümkün kılarak sistemin daha uzun süre verimli kullanılmasını sağlıyor.
Fujitsu ve RIKEN’in hedeflerinden biri de, kuantum ve klasik bilgisayarlar arasında kusursuz bir etkileşim sağlamak. Kullanıcılar hibrit klasik-kuantum algoritmalarını çalıştırabilecek ve bu teknolojiyle platformun kullanım alanları genişletilecek.
İki kuruluş şu anda 1.000 kübitlik bir kuantum bilgisayarı üzerinde çalışıyor ve bu sistemin önümüzdeki yıl kurulması planlanıyor. Ayrıca, Mart 2029’a kadar iş birliğini sürdürmek için bir anlaşma imzaladılar. Bu uzun vadeli ortaklık, kuantum teknolojisinin gelişimini daha ileriye taşımayı hedefliyor.
Yeni 256 kübitlik bilgisayar, sektördeki en yüksek kapasiteye sahip sistemlerden biri olmasa da, kuantum hesaplamaya yeni ve farklı yaklaşımlar geliştirmek açısından büyük önem taşıyor.
Farklı teknolojik yöntemlerin ölçeklenebilirliği ve pratik kullanımı, kuantum bilgisayarların gerçek dünyadaki etkilerini belirleyecek. Fujitsu ve RIKEN’in çalışmaları, bu potansiyeli anlamaya ve geliştirmeye yönelik önemli bir adım olarak değerlendiriliyor.
=======================
Deprem gibi büyük felaketler, iletişim altyapısına zarar vererek internete ulaşmayı imkansız hale getirebiliyor. Neyse ki deprem anında hayat kurtarabilecek ve internet gerektirmeyen bazı mobil uygulamalar da var. İşte onlardan bazıları…
24-Nisan-2025 02:35
► AFAD Acil
► AKUT Güvendeyim
► Bridgefy
► 112 Acil Yardım Butonu
► Whistle
► Life360
► Deprem Bilgi Sistemi
► LastQuake
Deprem gibi doğal afetler sırasında iletişim altyapısının zarar görmesi veya internet erişiminin kesilmesi, hayati bilgilerin paylaşılmasını zorlaştırabilir. Bu tür durumlarda, internet gerektirmeyen mobil uygulamalar kritik bir rol oynar.
İşte Türkiye’de kullanılabilecek, Türkçe destekli ve internet bağlantısına ihtiyaç duymayan en iyi uygulamalar:
=======================
Evrenin derinliklerine dair yeni keşifler vaat eden NASA'nın yeni teleskobu, Trump tarafından devreye sokulmak istenen bütçe taslağındaki değişiklikler nedeniyle risk altında. Bilim insanları, bu kararın uzay araştırmalarının geleceğini nasıl şekillendireceğini tartışıyor.
23-Nisan-2025
Evrenin en büyük gizemlerine ışık tutabilecek milyar dolarlık bir uzay teleskobu, fırlatılmaya neredeyse hazır durumda. Ancak, Donald Trump yönetiminin 2026 bütçe taslağı, NASA'nın Nancy Grace Roman Uzay Teleskobu için finansmanı kesmeyi öneriyor. Dahası bu durum, görevin bütçeyi aşmadan ve programın önünde ilerlemesine rağmen gündeme gelmiş durumda.
Roman Uzay Teleskobu’nun yapımı yıllardır devam ediyor. 3,5 milyar dolarlık bu görev, karanlık enerjiyi keşfetmek, ötegezegenleri bulmak ve kızılötesi ışıkta evrenin geniş çaplı araştırmalarını yapmak amacıyla tasarlandı. Bilim insanları, geniş görüş alanı ve Hubble kalitesindeki çözünürlüğü nedeniyle bu teleskobu "200 Hubble" olarak adlandırıyor.
James Webb Uzay Teleskobu’nun (JWST) yanında tamamlayıcı bir görev üstlenecek olan Roman, karanlık enerjiyi daha iyi anlamamıza ve evrenin gelişimini daha net bir şekilde görmemize olanak tanıyacak. JWST’nin evrenin erken dönemlerine dair anlayışımızı değiştirdiği düşünüldüğünde, Roman’ın etkisinin çok daha büyük olacağı tahmin ediliyor. Ayrıca, gelişmiş teknolojisi ve dış gezegenleri gözlemlemek için tasarlanmış koronagrafı ile Roman, galaksimizde yaşamın izlerini arama çabalarına önemli bir katkı sağlayabilir.
Buna rağmen, sızdırılan 2026 bütçe taslağı, NASA'nın astrofizik bölümünü üçte iki oranında azaltmayı ve JWST ile Hubble dışında herhangi bir teleskop için finansman sağlamamayı öneriyor. Bu durum, montajı tamamlanmış ve son testleri yapılmakta olan Roman’ı da tehlikeye atıyor.
Trump yönetimi daha önce de Roman’ı iptal etmeye çalışmıştı, ancak bu girişimler Kongre’deki iki partili destek sayesinde engellenmişti. Bilim insanları ve milletvekilleri, bu son girişimin de başarısız olacağını umuyor. Ancak, bu öneri bilim dünyasında büyük bir endişe yarattı. Roman, uzay araştırmalarının geleceği için kritik bir öneme sahip. Ayrıca, NASA’nın gelecekteki Yaşanabilir Dünyalar Gözlemevi için bir prototip görevi görüyor.
Roman Uzay Teleskobu, yalnızca bir donanım parçası değil; onlarca yıllık planlama, işbirliği ve keşfin bir ürünü. Bu projeyi iptal etmek, sadece mali bir kayıp değil, aynı zamanda insanlığın evreni anlama çabalarına vurulmuş bir darbe olacaktır.
=======================
Emek Partisi Milletvekilleri ABD yapımı F-35 savaş uçağı parçalarını taşıyan Nexoe Maersk adlı kargo gemisinin Mersin Limanı’na uğrayacak olmasını TBMM gündemine taşıdı.
Emek Partisi Milletvekilleri İskender Bayhan ve Sevda Karaca, ABD yapımı F-35 savaş uçağı parçalarını taşıyan Nexoe Maersk adlı kargo gemisinin 28 Nisan’da Mersin Limanı’na uğrayacak olmasına tepki göstererek, Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın yanıtlaması istemiyle yazılı soru önergesi sundu.
Milletvekilleri, geminin Lockheed Martin tesislerinden aldığı parçaların, Gazze’yi bombalayan Nevatim Hava Üssü’ne gönderildiğine dair bilgiler kamuoyuna yansımışken, Türkiye limanlarının bu sevkiyata açılmasını eleştirdi.
Bayhan ve Karaca, önergenin gerekçesinde şu tespitte bulundu:
“ Tek adam iktidarı geçtiğimiz haftalarda BM’de 52 ülkeyle birlikte İsrail’e silah ambargosu çağrısı yaparken, şimdi aynı iktidar Mersin Limanı’nı ölümcül bir sevkiyata açıyor. Bu sadece bir çelişki değil, aynı zamanda iktidarın Filistin halkına sahte dostluk gösterileriyle emperyalist işbirliğini perdeleme çabasıdır.”
Bayhan ve Karaca, Nexoe Maersk olayının ilk olmadığını hatırlattı.11-Kasım-2024’te yine Mersin Limanı’na uğrayan Mario A adlı bir başka gemi, ABD ’den aldığı askeri mühimmatı İsrail’in Hayfa Limanı’na taşımıştı. Üstelik bu geminin, Türkiye merkezli bir denizcilik şirketine ait olduğu ortaya çıkmasına rağmen, hiçbir yaptırım uygulanmadı.
Bu durumun, Türkiye limanlarının fiilen İsrail’in savaş lojistiğine entegre edildiğinin göstergesi olduğunu vurgulayan milletvekilleri, Fidan’a şu soruları yöneltti:
► F-35 parçalarını taşıyan Nexoe Maersk’in Mersin Limanı’na girmesine neden izin verildi? Bu sevkiyatın durdurulması için hangi adımlar atıldı?
► Nexoe Maersk’e dair “soykırıma ortaklık” tepkilerine rağmen neden sessiz kalındı? Bilgiler kamuoyundan neden gizleniyor?
► 11 Kasım’da Mersin’e gelen Mario A adlı gemiyle ilgili denetim veya yaptırım uygulandı mı? Uygulanmadıysa, bu durum silah ambargosu çağrılarıyla nasıl bağdaşıyor?
► ABD ile stratejik askeri ortaklık sürerken, Filistin halkına nasıl “gerçek dostuz” denilebiliyor?
► Hükümet ABD’yi İsrail’in suç ortağı olarak gösterirken, neden İncirlik Üssü’ne dokunmuyor? Neden bu üsse karşı çıkan halkın karşısına polis çıkarılıyor?
► İsveç’in NATO üyeliğine verilen onay ve ardından gelen F-16 satış süreci, hükümetin Filistin yerine emperyalist devletlerin savaş planlarını öncelediğini göstermiyor mu?
► Erdoğan’ın11-Nisan-2025’te “İsrail terör devletidir” demesine rağmen İsrail’le ilişkilerin sürmesi, bağımsız dış politika iddialarıyla nasıl açıklanabilir?
2023 boyunca Türkiye’nin İsrail’e 5,43 milyar dolarlık ihracat yaptığını, Mart 2024’te bu rakamın 437 milyon dolara ulaştığını hatırlatan Bayhan ve Karaca, Ticaret Bakanlığı’nın 2 Mayıs 2024’te duyurduğu “durdurma” kararının da fiilen delinmekte olduğunu vurguladı. “Filistinli ithalatçılara istisna” gerekçesiyle sevkiyatların sürdüğünü belirttiler.
“ İşçiler, emekçiler her zaman Filistin halkıyla gerçek bir dayanışma sergilemiştir. Ancak iktidar, meydanlarda 'İsrail terör devletidir' diye bağırırken arka planda ABD ve İsrail’le işbirliğini sürdürmektedir." (Politika Servisi)
=======================